ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 57 (2)
Volume: 57  Issue: 2 - 2017
RESEARCH ARTICLE
1.Effects of Isolated Viral Pathogens and Treatment Strategies on the Course of Acute Bronchiolitis
Fatih Akın, Abdullah Yazar, Şükrü Arslan
doi: 10.14744/hnhj.2017.76486  Pages 63 - 67
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut bronşiolit süt çocukluğunda ve 2 yaşından küçük çocuklarda, genellikle viral etkenlere bağlı gelişen ve hastaneye yatışın majör sebeplerinden olan bir alt solunum yolu enfeksiyonudur. Çalışmamızın amacı akut bronşiolit nedeniyle hastanede yatan çocuklarda izole edilen laboratuvar bulguları ve uygulanan tedavi yöntemlerinin hastaların yatış sürelerine etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Kliniğinde Aralık 2013 – Mayıs 2014 tarihleri arasında bronşiolit tanısıyla yatarak takip edilen 95 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: En fazla izole edilen viral patojenler respiratuvar sinsityal virüs (%21.8) ve rinovirüs idi (%21.8). Sadece rinovirüs üreyen grupla üreme olmayan grup arasında yatış süreleri açısından anlamlı bir fark bulunamazken, sadece RSV-A üreyen ve RSV-A+Rinovirüs birlikte üreyen grupta hastanede yatış süreleri anlamlı derecede uzun bulundu. İnhale bronkodilatatör, ipratropium bromid, hipertonik salin tedavisi uygulanan ve uygulanmayan hasta grupları arasında yatış süreleri açısından anlamlı fark saptanmazken, inhale streoid alan olguların yatış süresi almayanlara oranla daha uzun bulundu. İmmunglobulin E (Ig E) düzeyi yüksek ölçülen hastaların ortalama yatış süreleri, normal olanlara göre anlamlı olarak uzundu. Anne sütü alan ve almayan gruplar arasında ve sigara ile temas öyküsü olan ve olmayan gruplar arasında yatış süreleri açısından anlamlı fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, RSV ve rinovirüs hala akut bronşiolitin majör sebepleridir. İnhale steroid tedavisi almak, yüksek Ig E düzeyi ve bronşiolit sebebinin RSV olması hastanede yatış süresini uzatmaktadır.
INTRODUCTION: Acute bronchiolitis, is a predominantly a viral disease, part of the spectrum of lower respiratory tract diseases, is a major cause of illness and hospitalization in infants and children younger than two years. The aim of the study was to determine the effects of treatment protocols, other laboratory results together with the isolated viral agents on the duration of hospitalization.
METHODS: Data of 95 children who were hospitalized with diagnosis of bronchiolitis in Konya Training and Research Hospital Pediatrics Clinic between October 2013 and May 2014 were reviewed retrospectively.
RESULTS: The most isolated agents were respiratory syncytial virus (RSV) and rhinovirus with an equal rate of 21.8%. When patients with no isolation were compared with patients only rhinovirus isolated no significant difference was found among hospitalization length. However hospitalization duration was significantly longer in patients with RSV-A infection and RSV-A + rhinovirus together, than patients with no virus isolation. While hospitalization length was not effected from receiving inhaled bronchodilator, ipratropium bromide or hypertonic saline, the duration was longer in patients receiving inhaled corticosteroid when compared with patients who didn’t receive inhaled corticosteroid. Mean hospitalization duration was significantly longer in patients with higher immunoglobuline E (IG E) levels. Smoke exposure and receiving breast milk in the first 6-months of life didn’t influence the length of stay in hospital.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, receiving inhaled corticosteroid, high Ig E levels and bronchiolitis due to RSV infection prolonges hospital stay.

2.What is the gold standard in the differential diagnosis of microangiopathic hemolytic anemia? Is it ADAMTS13 activity, platelet counts or serum creatinine levels?
Havva Üsküdar Teke, Gülsüm Akyol, Neslihan Andıç, İlter Bozacı, Döndü Üsküdar Cansu, Eren Gündüz, Büşra Emir, Olga Meltem Akay
doi: 10.14744/hnhj.2017.98608  Pages 68 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, trombotik trombositopenik purpura (TTP) ve hemolitik üremik sendrom (HÜS)’un tanısı sırasında, ADAMTS13 düzeylerini ve diğer hemoliz parametrelerini değerlendirmek ve sonuçlarla ayırıcı tanıya varabilmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2016 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kliniğinde mikroanjiyopatik hemolitik anemi (MAHA) kliniği ile başvuran ve tedavileri yapılan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. ADAMTS13 aktivitesi ve diğer laboratuvar testleri TTP (n=6), HÜS (n=5) ve diğer MAHA’li (n=8) hastalarda çalışıldı.
BULGULAR: : HÜS ve diğer MAHA grupları ile karşılaştırıldığında TTP hastalarında, hem ADAMTS13 aktivitesi hem de trombosit sayıları istatistiksel açıdan anlamlı derecede düşük saptandı (p=0,014, p=0,028). ADAMTS13 aktivitesi ile tanı öncesi trombosit sayısı (p=0.001, r=0.693) ve serum kreatinin (p=0.008, r=0.589) düzeyleri arasında pozitif korelasyon saptandı. ADAMTS13 aktivitesi TTP grubunda en düşük düzeylerde, HÜS ve diğer grubunda ise orta-yüksek düzeylerde saptandı (p=0.048).
TARTIŞMA ve SONUÇ: MAHA tanısı sırasında ciddi trombositopeni ve çok düşük ADAMTS13 aktivite düzeylerinin varlığı HÜS tanısı için bir bulgu değilken, TTP tanısını işaret etmektedir. Ilımlı bir trombositopeni, normal veya hafif/orta düzeyde azalmış ADAMTS13 aktivite düzeyleri ve artmış serum kreatinin düzeylerinin varlığı ise HÜS tanısını desteklemektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to analyze the value of ADAMTS13 measurements and the other hemolysis tests in the diagnosis of thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) and hemolytic uremic syndrome (HUS).
METHODS: At presentation, we analyzed patients retrospectively with microangiopathic hemolytic anemia (MAHA) treated in Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Internal Medicine Department from 2014 to 2016. ADAMTS13 activity and other laboratory tests were measured with TTP (n=6), HUS (n=5) and other MAHA (n=8) patients.
RESULTS: ADAMTS13 activitiy and platelets count levels was significantly lower in TTP patients compared with HUS and other MAHA patients group (p=0.014, p=0.028). There was a significant correlation between ADAMTS13 activitiy levels and platelets count levels (p=0.001, r=0.693) and serum creatinine levels (p=0.008, r=0.589) in diagnosis. Severe decreased ADAMTS13 activity levels was significantly found in TTP group compared with HUS and other MAHA patients group (p=0.048).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Severe thrombocytopenia and severe ADAMTS13 activity deficiency at the diagnosis of MAHA is not present in the HUS disease, is present in the TTP disease. Mild thrombocytopenia, normal or mild/moderate decrease ADAMTS13 activity levels and increased serum creatinine levels is present in the HUS disease.

3.Effects of density gradient sperm preparation on semen parameters and acrosomal status
İlknur Keskin, Seda Karabulut
doi: 10.14744/hnhj.2017.08208  Pages 73 - 77
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı sperm parametrelerinin yoğunluk gradyan yöntemi ile yıkanmasının sperm sonuçlarının etkisini araştırmak ve uzmanlara bu yöntem ile yıkama sonrasında sonuçları öngörme imkanı verebilmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 04.2011- 10.2016 tarihleri arasında Florence Nightingale Hastanesi, Yardımla Üreme Merkezi’ne infertilite araştırması nedeniyle başvuran 1402 erkek çalışmaya alınmıştır. Sperm hazırlama öncesi ve sonrasında semen analizleri WHO 2010’ a göre yapılmıştır. Sperm konsantrasyonu <1 mil/ ml nin altındaki örnekler dansite gradyan yöntemiyle hazırlanmış ve semen parametreleri (sperm konsantrasyonu, toplam motilite, progresif motilite, normal morfoloji ve normal akrozom yapısı oranları analiz edilmiştir.
BULGULAR: Yoğunluk gradyan yöntemi sonrasında sperm konsantrasyonu azalmasına rağmen total motilite, progresif motilite, normal morfoloji ve normal akrozomal yapı oranları artmış olarak bulunmuştur (p<0,05). Sperm konsantrasyonu parametresinde %37,49 lük anlamlı bir azalma belirlenmiştir. Toplam motilite oranında %21,47 lik anlamlı bir artış (yıkama öncesi 66.1% ve yıkama sonrası 87.57%) after semen preparation, progresif motilite oranında 28.12% lik bir artış (yıkama öncesi 11.45% ve yıkama sonrası 39,57%), normal morfoloji oranında %5’lik bir artış (yıkama öncesi 3% ve yıkama sonrası 8%), ve normal akrozomal yapı oranında %14’lük bir artış yıkama öncesi 62% ve yıkama sonrası 76%), belirlenmiştir (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın bulguları doğrultusunda yoğunluk gradyanı yöntemi sonrasında toplam motilite, progresif motilite, normal morfoloji ve normal akrozomal yapı oranları anlamlı derecede artmış ancak sperm konsantrasyonu anlamlı derecede azalmış olarak belirlenmiştir p0,05). Bulgular, uzmanlara yöntem sonrasında parametreleri öngörme ve buna göre yardımla üreme tekniklerinde sperm hazırlama yöntemini seçmekte yardımcı olacaktır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to observe the changes in the sperm parameters after density gradient sperm preparation. The data will help the specialist to decide the preparation technique and to predict the outcome of semen parameters after using this technique.
METHODS: One thousand four hundred two men screening for infertility were analyzed attending Florence Nightingale Hospital, IVF clinic for infertility investigation between 04.2011- 10.2016. Semen analysis were performed according to WHO 2010 before and after semen preparation. Samples having <1 mil/ ml sperm concentration were prepared by density gradient centrifugation technique and the semen parameters (sperm concentration, total motility, progressive motility, normal morphology rates and normal acrosomal status rates) were analyzed after the preparation.
RESULTS: Although the sperm concentrations were decreased, total motility, progressive motility and normal morphology rates were increased after density gradient semen preparation. The sperm concentrations were decreased by 37.49% after semen preparation (P= 0,01). Total motility rates were increased significantly by 21.47% (66.1% before and 87.57% after semen preparation), progressive motility rates were increased by 28.12% (11.45% before and 39.57% after semen preparation), normal morphology rates were increased by 5% (3% before and 8% after semen preparation), normal acrosomal status rates were increased by 14% (62% before and 76%)) after semen preparation (p<0,01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the results of this study, the sperm parameters including the total motility, progressive sperm motility, normal morphology and normal acrosomal status rates increased but the sperm concentration decreased after density gradient sperm preparation. The data will help the specialist to decide the sperm preparation technique for using in assisted reproductive techniques and to predict the outcome of semen parameters after using this technique.

4.Relationship Between Serum 25 Hydroxy Vitamin D Levels and Disease Activity in Patients with Rheumatoid Arthritis
Nilgün Mesci, Duygu Geler Külcü
doi: 10.14744/hnhj.2017.76376  Pages 78 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Romatoid artrit (RA) hastalarında serum D vitamini düzeylerinin hastalık aktivitesi ile ilişkisini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza kliniğimizin Romatoloji dal polikliniğinde RA tanısı ile takip ve tedavi edilmekte olan hastalar alındı. Bu hastalardan takipleri düzenli olarak yapılmış, serum 25 hidroksi (OH) D vitamini seviyeleri ölçülmüş ve D vitamini replasman tedavisi almamış olanların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş, cinsiyet, boy, kilo gibi demografik özellikleri, hastalık süresi, kullandıkları ilaçlar ve serum 25(OH)D vitamini seviyelerinin ölçülmüş olduğu tarihteki 1 saatlik eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), C-reaktif protein (CRP) düzeyleri, serum kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, parathormon gibi laboratuar parametreleri kayıt edildi. Hastalık aktivitesi, Disease Activity Score (DAS) 28 skorları hesaplanarak belirlendi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 34 RA tanılı hastanın yaş ortalaması 54.09±11.8 yıl idi. Hastaların 30’u kadın, 4’ü erkekti. Hastalık süreleri ortalama 8.38±6.87 yıldı. Ortalama DAS 28 skoru 4.59±2.07, CRP 0.92±1.12 mg/dL, ESH 27.79±18.57 mm/saat, 25(OH)D vitamini düzeyleri ise 19.87±13.22 ng/mL idi. Serum 25(OH)D vitamini düzeylerinin diğer parametrelerle korelasyonu incelendiğinde; yaş, hastalık süresi ve ESH ile pozitif yönde, hastalık aktivitesi ve CRP düzeyi ile ise negatif yönde ilişki saptandı, ancak 25(OH)D vitamininin sadece hastalık süresi ile olan pozitif korelasyonu ve CRP ile olan negatif korelasyonu istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: D vitamini eksikliğinin otoimmün hastalıklarla ilişkisinin saptanması ile D vitamininin immün modülatör bir rolü olduğu anlaşılmıştır. Bu çalışmada RA’lı hastalarda serum D vitamini düzeyi, hastalık aktivitesi ve CRP ile negatif yönde ilişkili bulunmuş olup tedavi planında D vitamini düzeylerini dikkate alan bir yaklaşımın gerekli olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: To investigate the relationship between serum vitamin D levels and disease activity in patients with rheumatoid arthritis (RA).
METHODS: Patients who were followed up and treated with RA diagnosis in the Rheumatology branch of our clinic were included. Serum 25 hydroxy (OH) D levels were measured regularly in these patients, and files of those who did not receive vitamin D replacement therapy were retrospectively screened. Demographic characteristics such as age, gender, height, weight, duration of illness, medications used and 1 hour serum erythrocyte sedimentation rate (ESR) which was measured at the same date with serum25 hydroxy (OH) D, C-reactive protein (CRP) levels, serum calcium, laboratory parameters such as phosphorus, alkaline phosphatase, parathormone were recorded. Disease activity was determined by calculating the Disease Activity Score (DAS) scores.
RESULTS: The mean age of 34 RA patients included in the study was 54.09 ± 11.8 years. 30 of the patients were female, 4 were male. The mean duration of illness was 8.38 ± 6.87 years. The mean DAS 28 score was 4.59 ± 2.07, CRP was 0.92 ± 1.12 mg/dL, ESH was 27.79 ± 18.57 mm/h and 25 (OH) D vitamine levels were 19.87 ± 13.22 ng/mL. When the correlation of serum 25 (OH) D vitamin levels with other parameters is examined; positive correlation was found with age, duration of disease and ESR, and negative correlation was found with disease activity and CRP level. However, only positive correlation of 25 (OH) D vitamin with disease duration and negative correlation with CRP was statistically significant (p <0.05 ).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Vitamin D deficiency is associated with autoimmune diseases and vitamin D has an immunomodulatory role. In this study, serum vitamin D levels were correlated with disease activity and CRP in patients with RA, and it is considered that an approach considering the levels of vitamin D in the treatment plan is necessary.

5.Evaluation of our Measles cases in the aspect of demographic features, disease morbidity and mortality
Özde Nisa Türkkan, Zehra Esra Önal, Çiğdem Sağ, Narin Akıcı, Tamay Gürbüz, Çağatay Nuhoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2017.66376  Pages 83 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amacımız kızamık hastalarının demografik özellikleri ile morbidite ve mortalitelerinin değerlendirilmesi, kızamık salgınlarının kontrol altına alınarak önlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada, 0cak 2013 - Mayıs 2014 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı İstanbul Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Kliniği'ne başvuran 20 kızamık olgusu retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya Kızamık, Kızamıkçık ve Konjenital Kızamıkçık Sendromu Sürveyansı Daimi Genelgesi'ne uygun olarak kesin vaka tanımlamasına uyan hastalar dahil edildi. Veriler kızamık teşhisi alan hastaların hasta dosyalarından, tıbbi kayıtlarından ve Sağlık Bakanlığı Kızamık/Kızamıkçık Vaka İnceleme Formu verilerinden elde edildi. Kızamığın doğal seyrinden farklı olarak vakaların çoğunun yaz aylarında kümelendiği görüldü. T.C. Sağlık Bakanlığı’nın ve kliniğimizin önceki kayıtları ile karşılaştırıldığında 2013 yıklında Türkiye’de bir kızamık epidemisinin var olduğu kesinlik kazandı. Çalışmamızda vakaların %70’inin (14 hasta) komplikasyonlu kızamık vakaları olduğu ve en sık rastlanan komplikasyonun bronkopnömoni olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Komşu ülkelerdeki siyasi istikrarsızlık nedeniyle yeni aşı kampanyalarına ihtiyaç doğduğu, enfeksiyon hastalıklarının bildirimi için ulusal ve online bir bilgi ağının oluşturulması ve bu sayede bildirimlerin kolay ve hızlı bir biçimde yapılabilmesi gerektiği kanısına varıldı. Yüksek komplikasyon oranı göz önüne alındığında, Türk çocuklarının beslenme durumu ve yetersiz beslenme kızamık enfeksiyonunun seyrini olumsuz yönde etkileyebilmektedir ve dikkatli bir şekilde ele alınmalıdır.
INTRODUCTION: The aim was to evaluate patient demographic features and morbidity and mortality, and to control and prevent epidemics of measles with the help of our evaluation.
METHODS: This is a retrospective study that included 20 measles patients in the pediatric age group who were diagnosed at the Istanbul Haydarpaşa Numune Training and Research Hospital Clinic of Pediatrics between 2013 and 2014.
RESULTS: Only definitive measles cases were included in the study, as defined by the Permanent Guideline for the Surveillance of Measles, Rubella, and Congenital Rubella Syndrome of the Turkish Ministry of Health. All of the data were obtained from the patients’ medical records, patient files, and Turkish Ministry of Health Measles/Rubella Case Review forms. The majority of our cases accumulated during the summer, which differs from the normal course of measles. Based on a comparison of the number of cases in previous years using the Turkish Ministry of Health data and the data of our clinic, it is obvious that there was a measles epidemic in 2013 in Turkey. In the present study, we found a very high complication rate of 70% (14 patients).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most frequent complication was bronchopneumonia. As a result of the political instability in neighboring countries, new vaccination campaigns must be organized. An online national data network must be assembled to make notification of infectious disease easier and faster. Given the high complication rate, nutritional inadequacy and nutritional status overall in Turkish children may make the course of measles worse and must be evaluated carefully.

6.Evaluation of Serum Zinc Levels in Children with Iron Deficiency Anemia
Pelin Ataman, Zehra Esra Önal, Çiğdem Sağ, Narin Akıcı, Tamay Gürbüz, Çağatay Nuhoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2017.10820  Pages 89 - 94
GİRİŞ ve AMAÇ: Demir eksikliği anemisi gelişmekte olan ülkelerde önemli bir sorun teşkil etmektedir. Demir eksikliği anemisi tespit edilen çocukların ve ailelerinin demografik özelliklerini, serum çinko düzeyi ile karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’nde 01.11.2013-01.12.2013 tarihleri arasında 6 ay-12 yaş arasındaki demir eksikliği anemisi olan çocukların boy ve ağırlık persentillerine bakılarak, beslenme alışkanlığı ve ailenin gelir düzeyi sorgulanarak, serum çinko örneği için kan alındı. Hastalardan alınan kan örneklerinden çinko düzeyi saptanarak çinko düzeylerindeki farklılıkların demir eksikliği anemisi ile ilişkisi değerlendirildi.
BULGULAR: Demir eksikliği anemisi olan hastalardan bakılan serum çinko düzeyi ile cinsiyet, beslenme, aile gelir düzeyi, aile eğitim durumu arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Çinko düzeyi ile yaş ve ağırlık arasında anlamlı pozitif korelasyon mevcuttu (p<0,05). Çinko düzeyi ile boy ve Fe/Febk % değeri arasında anlamlı korelasyon yoktu (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Biz bu çalışmada demir eksikliği anemisi olan çocuklarda anlamlı bir çinko eksikliği tespit etmedik. Bunu, çalışmaya alınan çocuk yaş grubu yelpazesinin geniş olmasına, özellikle büyük çocukların çinko ihtiyacını kuruyemişten ve proteinden karşılayabilmesine bağlıyoruz. Ancak konuyla ilgili daha fazla sayıda hasta içeren çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Iron deficiency anemia is a leading problem among children in developing countries. In this study we aimed to evaluate the correlation between demographic features and serum zinc levels in children with iron deficiency anemia.
METHODS: This study was performed in Haydarpaşa Training and Research Hospital between 01.11.2013 and 01.12.2013, among children with iron deficiency aged 6 months to 12 years. Height and weight percentages, nutrition behaviors and family social and economic features were investigated. Blood samples for zinc deficiency were performed and the correlation between iron and zinc deficiency in the samples was evaluated.
RESULTS: There was no statistically significant difference between serum zinc levels and gender, nutrition, monthly incoming and parental education level among children with iron deficiency (p>0.05). There was positive correlation between serum zinc levels and age and weight (p<0.05). There was no significant correlation between serum zinc levels and height and serum transferrin saturation (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study we did not demonstrate zinc deficiency in children with iron deficiency. This result is related with different ages of children and specially related with consumption of large amounts of nuts and proteins among the older children. We decide that studies including larger samples are needed.

7.Surgical, Oncological and Long-Term Functional Outcomes of First 103 Laparoscopic Partial Nephrectomy: A Single-Centre Experience
Serdar Aykan, İsmail Ulus, Mehmet Yılmaz, Serkan Gönültaş, Serhat Süzan, Ahmet Yaser Müslümanoğu
doi: 10.14744/hnhj.2017.87597  Pages 95 - 100
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde böbrek tümörü nedeniyle laparoskopik parsiyel nefrektomi yapılan ilk 103 hastanın cerrahi, onkolojik ve uzun dönem fonksiyonel sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2008-2016 tarihleri arasında laparoskopik parsiyel nefrektomi yapılan toplam 103 hasta çalışmaya dahil edildi. Demografik veriler, perioperatif renal fonksiyonlar, tümörün patolojik ve radyolojik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Yaşları ortalama 54,72 yıl (19-71) olan 68 erkek, 35 kadın toplam 103 hastaya transperitoneal laparoskopik parsiyel nefrektomi uygulandı. Ortalama tümör çapı 32,42 mm (12-82 mm) olarak hesaplandı. Tümörlerin 4’ü (%3,88) bilateral, 45’i (%43,68) sağ ve 54’ü (%52,42) sol böbrek yerleşimli idi. Yine tümörlerin 32’si (%31,06) üst pol, 41’i (%39,80) alt pol ve 30’u (%29.12) orta zon yerleşimliydi. Hastaların 2002 TNM sınıflamasına göre; 64’ü (%62,13) T1a, 32’si (%31,06) T1b ve 7’si (%6,79) T2a klinik evre ile prezente oldu. Hastaların preoperatif ortalama kreatinin değerleri 0.78 mg/dl (0.4-1.7), postoperatif ilk gün ortalama kreatinin değerleri 1,04 mg/dl (0.5-2.48) ve postoperatif 1. ayda ortalama kreatinin değerleri 0.89 mg/dl (0.4-1.8) olarak hesaplandı. Hastaların preoperatif ve postoperatif 1. aydaki kreatinin değerleri arasında istatistiksel anlamlı fark görülmedi (p>0,05).Patolojik inceleme sonucunda lezyonların 6’sı (%5,82) onkositom, 12’si (%11,65) anjiomyolipom ve 85’i (%82,52) renal hücreli karsinom olarak raporlandı. Renal hücreli karsinomların 62’si (60,19) berrak hücreli karsinom, 14’ü (%13,59) papiller karsinom ve 9’u (%8,73) kromofob karsinom olarak saptandı. Fuhrman sınıflamasında; 18’i (%17,47) grade 1, 75’i (%72,81) grade 2 ve 10’u (%9,70) grade 3 olarak rapor edildi. Hastalar ortalama 46 (6-92) ay takip edildi. Takiplerinde cerrahi sınır pozitif olanlar dahil hiçbirinde radyolojik olarak lokal nüks ve metastaz saptanmadı. 4 hastada kanser dışı ölüm görülen çalışmada, hastalığa özgü sağkalım oranı %100 ve genel sağ kalım oranı %96.22 olarak tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Açık ve laparoskopik parsiyel nefrektominin onkolojik sonuçlarının benzer olması ve laparoskopinin hastaya sağladığı avantajlar nedeniyle, her ne kadar öğrenme eğrisi uzun olsa da laparoskopik teknik ile deneyimli ellerde çok başarılı sonuçlar elde edilebilmekte ve gün geçtikçe uygulanma oranı artmaktadır.
INTRODUCTION: We aim to evaluate surgical, oncological and functional outcomes of our first 103 laparoscopic partial nephrectomy experience.
METHODS: A total of 103 patients underwent laparoscopic partial nephrectomy between 2008 – 2016 were identified retrospectively. Demographic data, perioperative renal functions, radiological and pathological features of tumors were recorded.
RESULTS: Mean patient age was 54,72 (range: 19-71) and mean tumor diameter was 32,42 mm (12-82 mm). Preoperative mean creatinine value was 0.78 mg/dl (0.4-1.7), postoperative first day creatinine value was 1,04 mg/dl (0.5-2.48) and creatinine value at postoperative 1. month was 0.89 mg/dl (0.4-1.8). There was no statistical significance between preoperative and postoperative functional parameters.
Pathological study revealed 6 (%5,82) oncocytomas, 12 (%11,65) angiomyolipomas and 85 (%82,52) renal cell carcinomas. Of 85 renal cell carcinomas, 62 (%60,19) clear cell, 14 (%13,59) papillary and 9 (%8,73) chromophobe subtypes reported. Mean follow-up was 46 (range: 6-92) months. There was no local recurrence or metastasis ocurred during follow-up including patients with positive surgical margins. Cancer specific survival was %100 and overall survival was %96.2 with 4 non-cancer related death.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although it has a challenging learning curve, laparoscopic partial nephrectomy has impressive results regarding patient comfort and similar oncological outcomes with radical neprectomy.

8.Peripheral Blood Cell Immunophenotypes in Multiple Sclerosis Patients in Remission
Vuslat Yılmaz, Canan Ulusoy, Özlem Mercan, Suzan Adın Çınar, Recai Türkoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2017.21931  Pages 101 - 103
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda multipl skleroz (MS) hastalarında lenfosit alt popülasyonundaki değişimin akan hücre ölçer ile belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 25 ataklı yineleyici MS hastası ayrıca yaş ve cinsiyet uyumlu 11 sağlıklı kontrol de dahil edildi. CD3+ T hücre, CD4+ yardımcı T hücre, CD8+ sitotoksik T hücre, CD3+CD4+CD25parlak düzenleyici T (Treg) hücre, CD19+ B hücre, CD16+CD56+ doğal öldürücü (NK) hücre, CD3+CD56+ NKT hücre kantifikasyonu dört renkli akan hücre ölçer ile değerlendirildi.
BULGULAR: Akan hücre ölçer cihazında hücre grupları değerlendirildiğinde, T hücre, düzenleyici T (Treg) hücre, B hücre, doğal öldürücü (NK) hücre, NKT hücre gruplarında hasta ve sağlıklı kişiler arasında anlamlı fark olmadığı gözlendi. T ve B lenfositlerinin hasta ve sağlıklılarda yüzdeleri oldukça yakın iken hastalarda NK ve NKT hücre gruplarında hastalar lehine gözlenen azalma anlamlı seviyede değildi. Ayrıca yardımcı, sitotoksik ve düzenleyici T hücrelerinin de hasta ve sağlıklılarda benzer seviyelerde olduğu belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgular, MS patogenezinde rol oynayan merkezi sinir sistemi inflamatuar değişikliklerinin ve lenfosit aktivasyonun periferik kan örneklerinde belirlenemeyeceğini ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: In this study, lymphocyte subpopulation alterations of multiple sclerosis (MS) patients were aimed to be identified by flow cytometry.
METHODS: Twenty-five relapsing remitting MS patients and age-gender matched 11 healthy controls were included. CD3+ T cell, CD4+ helper T cell, CD8+ cytotoxic T cell, CD3+CD4+CD25high regulatory T (Treg) cell, CD19+ B cell, CD16+CD56+ natural killer (NK) cell, CD3+CD56+ NKT cell percentages were quantified by four color flow cytometry.
RESULTS: Assessment of cell populations yielded no significant differences among T cell, T reg cell, B cell, NK cell and NKT cell groups of MS patients and healthy controls. While T and B cell percentages were comparable between patients and healthy controls, NK and NKT cells were found to be decreased in MS patients albeit at an insignificant level. Helper, cytotoxic and regulatory T cells were determined to be at similar percentages in patients and healthy individuals.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results suggest that lymphocyte activation and inflammatory alterations of the central nervous system involved in MS pathogenesis can not be determined in peripheral blood cell samples.

CASE REPORT
9.Lemmel’s syndrome: A rare cause of abdominal pain and hyperbilirubinemia due to duodenal diverticulum
Anıl Ergin, Mehmet Mahir Fersahoğlu, Bülent Kaya, Ender Onur
doi: 10.14744/hnhj.2017.58077  Pages 104 - 106
Tıkanma sarılığı en sık koledok taşları ve periampuller bölge tümörlerinden kaynaklanır.Duodenum divertikülleri az rastlanan lezyonlar olup çoğu zaman asemptomatiktir. Duodenal divertiküllerin safra yollarını tıkaması Lemmel sendromu olarak bilinir.Tanı ve tedavisi güçlükler içermektedir. Kliniğimizde ile takip edilen 84 yaşındaki hasta ERCP ile başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir.Bu olgu sunumunda ilgili hasta tartışılmıştır.
Biliary obstruction is most commonly caused by choledocholithiasis and periampullary tumors.Duodenal diverticula is a rare pathology and usually asymptomatic.Obstruction of bile duct due to duodenal diverticula is known as Lemmel’s syndrome.There are difficulties in both diagnosis and traetment.A 84 years old patient was succesfully treated with ERCP in our clinic.The patiet was discussed in this case report

10.Synchronous Pancreatic Ductal Adenocarcinoma and Thyroid Medullary Carcinoma
Ceren Canbay Göret, Ömer Faruk Özkan, Mehmet Yılmaz Akgün
doi: 10.14744/hnhj.2017.69188  Pages 107 - 111
Günümüzde ilerleyen tedavi yöntemleriyle kanserli hastaların sağ kalım süresi uzamıştır. Bu nedenle ikincil primer tümör görülme sıklığında artış gözlenmektedir. Hastanemize başvuran 52 yaşındaki erkek hastada senkron pankreas duktal adenokarsinomu ve tiroid medüller karsinom tespit edilmiştir. Bu iki tümör birlikteliği daha önce bildirilmediğinden literatürde paylaşmayı amaçladık.
Due to advancements in modern medicine the survival rate for cancer patients has increased. Occurrence of two or more primary tumors in the same patient has thus also increased. Synchronous ductal pancreas adenocarcinoma and thyroid medullary carcinoma was found in a 52 years old male patient presenting at our hospital. Occurrence at this tumors simultaneously has never been reported. We aim to share our experience.

11.A Rare Disease: Encephalitis After Exanthem Subitum
Fatih Akın, Abdullah Yazar, Esra Türe, Dursun Odabaş
doi: 10.14744/hnhj.2017.83997  Pages 112 - 114
Human herpes virüs tip 6 (HHV-6) çocuklarda özellikle yaşamın ilk iki yılında görülen benign, ateşli bir hastalık olan exanthem subituma (ES) neden olur. ES ani başlayan yüksek ateş ve ateşin düşmesiyle birlikte döküntünün ortaya çıkmasıyla karakterize bir hastalıktır. ES hastalarında en sık görülen komplikasyonlar febril nöbet ve ensefalit gibi merkezi sinir sistemi (MSS) komplikasyonlarıdır. Bu yazıda çocuk acil kliniğimize döküntü, emmede azalma ve uykuya meyil şikayetleri ile gelen ve ES sonrası ensefalit tanısı konulan bir olgu sunulmuştur.
Human herpes virüs 6 causes exanthem subitum (ES), which is a benign disease presenting with fever in the first two years of life. ES is characterized by the abrupt onset of high fever and rash which occurs immediately after resolving of fever. The most common complications are central nervous system (CNS) complications such as febrile seizures and encephalitis. In this article, we report a case of encephalitis after ES who admitted with the complaints of eruption, poor feeding and drowsiness to our pediatric emergency clinic.

12.Laparoscopic Treatment of an Atypic Vezicosygmoid Fistula
Serkan Akan, Özgür Haki Yüksel, Çağlar Yıldırım, Ahmet Ürkmez
doi: 10.14744/hnhj.2017.32042  Pages 115 - 118
Mesane ile sigmoid kolon arasında spontan fistül oluşumu oldukça nadirdir. Genelde altta yatan sebep sigmoid kolon divertiküllerinin inflame olması ve mesane duvarına perfore olmasıdır. Bazen sigmoid kolondaki tümörlerin mesaneye infiltre olması ile de gelişebilir. Bunların dışında inflamatuar bağırsak hastalıkları, tüberküloz, lenfoma, travma ve geçirilmiş cerrahi girişimler altta yatan diğer sebeplerdir. Biz bu sebeplerin hiçbirinin olmadığı, spontan gelişen ve nedeni belli olmayan bir vezikosigmoid fistül olgusunu sunduk.
Spontaneous fistula formation between the bladder and the sigmoid colon is a very rare entity. In general, the underlying cause is that the sigmoid colon diverticula is inflated and perforated in the bladder wall. Sometimes, it can also develop due to infiltration of the sigmoid tumors to the bladder wall. Apart from these, inflammatory bowel diseases, tuberculosis, lymphoma, trauma and previous surgical interventions are other underlying causes. Herein, we presented a case of a vesicosigmoid fistula that was spontaneously developed without any underlying specific etiology.

LookUs & Online Makale