ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 57 (3)
Volume: 57  Issue: 3 - 2017
RESEARCH ARTICLE
1.Photodynamic Therapy Application In SKOV-3 Ovarian Cancer Cell Line
S. Sibel Erdem, Rabia Edibe Parlar, Vildan Akgül Obeidin, Ubeydullah Şahin
doi: 10.14744/hnhj.2017.25238  Pages 119 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Sürdürülen sayısız araştırmaya ve geliştirilen ilaçlara rağmen günümüzde kanser hala milyonlarca insanın ölümüne neden olan hastalıkların başında gelmektedir. Over kanseri en ölümcül kanserlerden biri olup kadınlarda en çok görülen beşinci kanser türüdür. Uygulanan tedavi yöntemleri arasından kemoterapiye nispeten daha iyi yanıt alınmasına rağmen over kanseri halen tam olarak tedavi edilememektedir. Bu nedenle geleneksel tedavi yöntemlerinin ağır yan etkilerinden sıyrılmış, kanser hücresine karşı seçicilik gösteren etkili yöntemlerin geliştirilmesi ve/veya var olan yöntemlerin birleştirilerek özgün tedavilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Fotodinamik Terapi (FDT), ışıkla aktive olan molekül (fotosensitizer), oksijen ve uygun dalga boyundaki ışığın birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir dizi fotokimyasal/fotofiziksel reaksiyonlar sonucu hücrenin ölümü prensibine dayanır. Özgün, suda çözünürlüğü yüksek fotosensitizerin SKOV-3 over kanser hattında FDT çalışmaları yapıldı. 100 µM konsantrasyona kadar karanlık toksisite görülmezken, aynı değerde ışıkla aktivasyonu sonucu fotosensitizerin reaktif oksijen türleri üreterek yüksek fototoksisiteye sebep olduğu görüldü. SKOV-3 over kanseri hücre hattında IC50 değeri 79 µM olarak belirlendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER:
BULGULAR:
TARTIŞMA ve SONUÇ:
INTRODUCTION: Cancer is a leading cause of death of millions of people, in spite of countless studies and drugs developed. Ovarian cancer is one of the deadliest cancer types, and it is the fifth most common in women. Despite the relatively better response to chemotherapy among treatment modalities, ovarian cancer still cannot be fully treated. For this reason, it is necessary to develop effective methods that are selective against cancer cells and/or to combine existing methods to develop original therapies that are free of the side effects of traditional treatment methods. Photodynamic therapy (PDT) involves a series of photochemical/photophysical reactions caused by the combination of a photosensitizer (a molecule activated by light), oxygen, and light of a specific wavelength, which leads to cell death. PDT has been performed with a novel, water-soluble photosensitizer in the SKOV-3 ovarian cancer cell line. While the photosensitizer did not show any toxicity up to a concentration of 100 µM, upon activation with light, significant toxicity was created via the generation of highly reactive oxygen species. The IC50 value was determined to be 79 µM in the SKOV-3 ovarian cancer cell line.
METHODS:
RESULTS:
DISCUSSION AND CONCLUSION:

2.Identification of miRNA Profile and In-Silico Analysis of Identified miRNA Functions at Different Stages of Axolotl Tail Regeneration
Turan Demircan, Mahmut Erhan Avşaroğlu, Gürkan Öztürk, İlknur Keskin
doi: 10.14744/hnhj.2017.50251  Pages 125 - 134
GİRİŞ ve AMAÇ: Rejenerasyon, fonksiyonel bir kayıp yaşamadan hasarlı dokunun, organın ya da uzvun restore edilmesi işlemidir. Su semenderlerinden olan Aksolotl kendisini öldürmeyecek iç organ, merkezi sinir sistemi ve uzuv hasarlarını başarı ile tamir edebilmektedir. miRNA’lar hedef mRNA’ların translasyon düzeyini düşürerek yazılım sonrası gen ifadesinin kontrolünde önemli roller üstlenirler. Biz de bu çalışmada Aksolotl’un kuyruk rejenerasyonu sırasında değişen miRNA profilini ve bu miRNA’ların moleküler yolaklara olası etkilerini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 6-8 aylık 60 adet Aksolotl’un kuyruk bölgesinden ampütasyon yapılmış ve hayvanlar 4 gruba ayrılmıştır. Ampütasyondan hemen sonra (0. gün) ve rejenerasyonun 1., 4. ve 7. günü örnek toplanmıştır. Toplanan örneklerden yeni nesil dizileme yöntemi ile miRNA tespiti yapılmıştır. Bulunan miRNA’lar içinde rejenerasyonun farklı evrelerinde miktarı anlamlı olarak değişenlerin hangi yolakları regüle ettiği analiz edilmiştir.
BULGULAR: Bulunan miRNA’lar içinden 52 tanesinin miktarı 1.5 kat ve üzeri değiştiği (arttığı veya azaldığı) için bu miRNA’lar yolak analizlerinde kullanılmıştır. Rejenerasyon ile birlikte artış gösteren miRNA’ların hemostazla ilişkili yolakları regüle ettiği görülmüştür. Rejenerasyon sürecinde azalış gösteren miRNA’ların ise hücre bölünmesi ve hücre bölünmesinin kontrolü ile ilgili yolakları regüle ettiği bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: miRNA’lar canlılıkta birçok görev (hemostaz, gelişim, büyüme ve hastalık durumunun regülasyonu vb.) üstlenirler. miRNA profilinin değişmesi rejenerasyonun başarı ile sürmesi ve tamamlanması için gerekli bir mekanizmadır. Biz de bu çalışmada Aksolotl’un kuyruk rejenerasyonu sürecinde miktarı artan ve azalan miRNA’larının dinamik değişimini tanımlayıp, bu değişimin moleküler yolaklar üzerine etkisini araştırdık.
INTRODUCTION: Regeneration is the process of the restoration of an injured organ, extremity, or tissue without functional loss. Axolotl, a species of aquatic salamander, can perform successful regeneration after a non-lethal injury to internal organs, the central nervous system, and extremities. miRNAs targeting mRNAs have essential roles in post-transcriptional regulation by decreasing the translational level. This study was an investigation of changes in the miRNA profile and the effect of miRNAs on molecular pathways during tail regeneration.
METHODS: 60 axolotls 6 to 8 cm in length was amputated and the animals were randomly divided into 4 groups. Tissue samples were taken just after amputation (day 0 sample), and on the first, fourth, and seventh day of regeneration. miRNAs were identified in the collected samples using next generation sequencing. Among the identified miRNAs, those demonstrating significant change at different stages of regeneration were analyzed to explore the pathways regulated.
RESULTS: Of the identified miRNAs, 52 that changed (increased or decreased) by 1.5 times or more were used in molecular pathway analysis. It was found that miRNAs upregulated during regeneration controlled homeostatic pathways, while downregulated miRNAs controlled the cell cycle and cell cycle regulating pathways.
DISCUSSION AND CONCLUSION: miRNAs act in fundamental processes, such as homeostasis, development, growth, and regulation of disease. A shift in the miRNA profile is necessary to achieve progress and the successful accomplishment of regeneration. In this study, the dynamic alterations of increased and decreased miRNAs levels were identified and the putative effects on molecular pathways were examined.

3.Dream Anxiety in Hemodialysis and Peritoneal Dialysis Patients
Sultan Özkurt, Ece Yazla, Ahmet Musmul
doi: 10.14744/hnhj.2017.07108  Pages 135 - 140
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemodiyaliz ve periton diyalizi hastalarında uyku bozuklukları sıkça rapor edilmekte olup, bu hastaların rüyalarını araştıran çalışma bulunmamaktadır. Biz hemodiyaliz ve periton diyalizi hastalarında rüya bunaltısı düzeyindeki farklılıkları araştırmayı planladık. Bu iki grup arasında depresyon ve anksiyete semptomları,uyku kalitesi ve uykusuzluk düzeylerini de karşılaştırmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu gözlemsel kesitsel çalışmaya nefroloji kliniğinde ayaktan takip edilen 49 hemodiyaliz hastası ve 29 peritoneal diyaliz hastası alındı. Gerekli özelliklerin değerlendirilmesi için Sosyodemografik Veri Toplama Formu, Van Rüya Bunaltısı Ölçeği (VDAS), Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PSQI), Uykusuzluk Şiddet İndeksi (ISI), Beck Depresyon ve Anksiyete Envanteri kullanıldı. Hemoglobin (Hb), Kt / V üre indeksi ölçüldü.
BULGULAR: Rüya bunaltısı (p=0.517), depresyon (p = 0,889), uyku kalitesi (p = 0,221), uykusuzluk şiddeti (p = 0,152) ve hb (p = 0,505) açısından gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda hemodiyaliz ve periton diyalizi hastaları arasında depreyon, anksiyete, uyku kalitesi ve uykusuzluk şiddeti düzeyleri açılarından anlamlı fark bulmadık. Benzer şekilde rüya bunaltısı düzeyi de bu bulgularla tutarlı bulundu.
INTRODUCTION: Sleep disorders are frequently reported in hemodialysis and peritoneal dialysis patients, but there are no studies investigating the dreams of these patients. This study was an examination of differences in the level of dream anxiety between hemodialysis patients and peritoneal dialysis patients. A comparison of depression and anxiety symptoms, sleep quality, and sleepiness between these 2 groups was also performed.
METHODS: In this observational, cross-sectional study, 49 hemodialysis patients and 29 peritoneal dialysis patients treated at an outpatient nephrology clinic were enrolled. A sociodemographic data collection form, the Van Dream Anxiety Scale, the Pittsburgh Sleep Quality Index, the Insomnia Severity Index, and the Beck Depression and Anxiety Inventories were administered, and hemoglobin level and fractional clearance of body water by dialysis (Kt/V urea) were measured.
RESULTS: There were no significant differences between the groups in terms of dream anxiety (p=0.517), depression (p=0.889), sleep quality (p=0.221), insomnia severity (p=0.152) or hemoglobin level (p=0.505).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We did not find any significant difference in the level of depression, anxiety, sleep quality, or insomnia severity between hemodialysis and peritoneal dialysis patients in our study. Similarly, the level of dream anxiety was consistent with these findings.

4.The Impact of Self-Retaining Barbed Suture Use For Laparoscopic Partial Nephrectomy On Perioperative Parameters and Postoperative Functional Outcomes
Serdar Aykan, İsmail Ulus, Mehmet Yılmaz, Serkan Gönültaş, Serhat Süzan, Atilla Semerciöz, Ahmet Yaser Müslümanoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2017.01643  Pages 141 - 147
GİRİŞ ve AMAÇ: Böbrek tümörü nedeniyle yapılan nefron koruyucu cerrahi yöntemlerin, radikal nefrektomi olguları ile benzer onkolojik sonuçlara ve uzun dönemde daha iyi fonksiyonel sonuçlara sahip olduğu bilinmektedir. Deneyimli merkezlerde minimal invaziv cerrahi yöntemlerle yapılan nefron koruyucu operasyonlar (Laparoskopik Parsiyel Nefrektomi, LPN) radikal nefrektomiye karşı güvenli ve etkin bir alternatif olarak kabul görmüştür. Bu çalışma ile laparoskopik operasyonlarda kendinden dikenli dikiş materyalinin (KDDM) kullanılmasının perioperatif parametreler ve postoperatif fonksiyonel sonuçlar üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji Kliniği’nde Kasım 2008 ile Aralık 2016 tarihleri arasında, renal kitle nedeni ile tek cerrah tarafından LPN yapılan 83 hastanın verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Hastalar operasyonlarda kullanılan dikiş materyalinin türüne göre iki gruba ayrılmıştır. Birinci grupta; renorafi ve/veya toplayıcı sistem onarımının 3/0 emilebilen polyglactin dikiş materyali ile yapıldığı 38 hasta, ikinci grupta; renorafi ve/veya toplayıcı sistem onarımının KDDM (V-Loc) ile yapıldığı 45 hasta bulunmaktadır. İki grup arasında; demografik özellikler, radyolojik bulgular, tahmini kan kaybı miktarı ve sıcak iskemi süresi (SİS) gibi perioperatif değerler, onkolojik sonuçlar, komplikasyonlar ve postoperatif fonksiyonel değerler karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Yaş, Vücut kitle indeksi (VKİ), ASA (American Society of Anesthesiologists) skoru, tümör boyut ve tarafları, PADUA skoru, operasyon süresi, komplikasyon oranı ve hastanede kalış süresi gibi temel özelliklerin gruplar arasında benzer olduğu görülmüştür. İkinci grupta birinci gruba göre tahmini kan kaybı miktarı daha az olarak saptanmıştır (grup I: 202,1 cc; grup II: 179,77 cc, p=0,001). İkinci grupta SİS daha kısa olarak saptanmıştır (grup I: 23,81 dk.; grup II: 16,42 dk. p=0,001). Operasyon sonrası takiplerde böbrek fonksiyonları ikinci grupta daha iyi olarak saptanmıştır (p=0,003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Böbrek tümörü tedavisinde uygulanan LPN’de kullanılan KDDM’nin sıcak iskemi süresi, tahmini kan kaybı ve postoperatif fonksiyonel sonuçlarda olumlu kazanımlar sağladığı görülmüştür. Laparoskopik parsiyel nefrektomi operasyonlarında KDDM’nin kullanılması etkin ve güvenilir bir seçenek olarak değerlendirilmiştir.
INTRODUCTION: It is acknowledged that nephron-sparing surgery has similar oncological results to radical nephrectomy and better long-term functional outcomes. In experienced centers, minimally invasive nephron-sparing surgery is a strong alternative to radical nephrectomy. The aim of this study was to determine the effects of V-Loc (Covidien, Ltd., Dublin, Ireland) suture use on perioperative parameters in laparoscopic partial nephrectomy (LPN) and postoperative renal function.
METHODS: The data of 83 patients who underwent LPN performed by a single surgeon between November 2008 and December 2016 were evaluated retrospectively. Renorrhaphy and collecting system repair was performed for 38 patients in Group 1 using 3/0 polyglactin suture, and V-Loc suture was used for 45 patients in Group 2. Perioperative variables of demographic characteristics, radiological features, estimated blood loss, and warm ischemia time were compared, as well as oncological and postoperative functional outcomes of the 2 groups.
RESULTS: The basic features of age, body mass index, American Society of Anesthesiologists score, tumor size and laterality, Padua score, and operative time did not differ significantly between the 2 groups. Estimated blood loss was less in Group 2 (Group 1: 202.1 cc, Group 2: 179.77 cc; p=0.001). Warm ischemia time was shorter for Group 2 (Group 1: 23.81 minutes, Group 2: 16.42 minutes; p=0.001). Postoperative renal function was significantly better in Group 2 (p=0.003).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study results indicated that renorrhaphy and collecting system repair with V-Loc suture had significant benefits for warm ischemia time, estimated blood loss, and postoperative renal function, and that it is efficient and safe for use in LPN.

5.Correlation of Metabolic Syndrome with Bladder Cancer
Emrah Yakut, Mehmet Yılmaz, Serdar Aykan, İsmail Ulus, Suhejb Sulejman, Engin Kandıralı, Atilla Semerciöz
doi: 10.14744/hnhj.2017.36855  Pages 148 - 156
GİRİŞ ve AMAÇ: Kanser gelişimi ve kansere bağlı ölümde yakın ilişkisi birçok çalışmada gösterilen metabolik sendromun dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de insidansı her geçen gün artmaktadır. Kliniğimizde mesane tümörü nedeniyle değerlendirdiğimiz hastalarda; metabolik sendrom ve metabolik sendrom bileşenlerinin; mesane kanserinin evresi, derecesi, CIS (Carsinoma İn Situ) varlığı ve nüks sayısına olan etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üroloji Kliniği’nde, Temmuz 2010 – Temmuz 2013 tarihleri arasında mesane kanseri ön tanısı ile sistoskopi ve doku rezeksiyonu yapılan hastalar değerlendirildi. İlk kez kliniğimizde mesane kanseri tanısı alan, 100’ü metabolik sendromlu ve 100’ü metabolik sendromlu olmayan toplam 200 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, sigara kullanımı, ailede kanser öyküsü, HT, metabolik sendrom, metabolik sendrom bileşenleri (bel çevresi, trigliserid, HDL ( High Density Lipoprotein), kan basıncı, açlık kan şekeri), BMI (Body Mass İndex) parametrelerinin; mesane kanseri evresi, derecesi, CIS varlığı ve nüks sayıları ile ilişkisi retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Metabolik sendrom ve metabolik sendrom bileşenlerinin mesane kanseri evresi, derecesi, CIS varlığı ve nüks sayısına olan etkilerini istatistiksel olarak değerlendirdiğimiz çalışmaya katılan hastaların 25’i kadın 175’i erkek olup yarısında metabolik sendrom tanısı mevcuttu. Yaş ortalaması 63±12 yıl olan hastaların 40’ında diyabet, 70’inde hipertansiyon, 49’unda ailede kanser öyküsü, 125’inde sigara kullanım hikayesi mevcuttu. Hastaların ortalama; sistolik kan basıncı 127±10 mmHg, diastolik kan basıncı 82±8 mmHg, Bel çevresi 97±10 cm, BMI 25,5±2,3 kg/m2, açlık kan şekeri 104±24 mg/dl, HDL 47±9 mg/dl, trigliserid 163±64 mg/dl olarak saptandı. Mesane tümörü patolojisi; 24 hastada Ta, 135 hastada T1 ve 41 hastada T2 iken tümör derecesi; 125 hastada düşük grade, 75 hastada yüksek grade saptandı. CIS (+)’liği 58 hastada saptandı. Ortalama 18±4,2 aylık takipte; 55 hastada mesane tümör nüksü gerçekleşmezken, 87 hastada 1 kez, 49 hastada 2 kez ve 9 hastada ise 3 kez nüks gerçekleşti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mesane kanseri evresi için, 40 paket/yıl üzeri sigara kullanımı (p=0,001) ve 60 üstü yaş (p=0,024) bağımsız risk faktörleri olarak belirlenirken; mesane kanseri derecesi için ise aile öyküsü (p=0,003) ve 40 paket/yıl üzeri sigara kullanımı (p=0,012), bağımsız risk faktörleri olarak belirlendi. 18±4,2 aylık takipte metabolik sendromun tüm tanı kriterleri ile bir bütün olarak, mesane kanseri parametreleri ile ilişkisi saptanmamıştır. Fakat sistolik kan basıncı yükseklikleri, düşük trigliserid ve HbA1c düzeyleri, mesane kanseri seyrini olumsuz yönde etkilemektedir.
INTRODUCTION: Metabolic syndrome is associated with a rising incidence of cancer and cancer-specific mortality. At the same time, the incidence of metabolic syndrome is increasing in our country and worldwide, as can be seen in recent studies. In this study, patients diagnosed with bladder cancer were retrospectively evaluated to assess the correlation of bladder cancer with metabolic syndrome and the effect on cancer stage, grade, presence of carcinoma in situ (CIS), and disease recurrence.
METHODS: Patients with suspected bladder neoplasm who underwent cystoscopy and bladder tumor resection between July 2010 and July 2013 were analyzed. A total of 200 patients who were newly diagnosed with bladder cancer were included in the study. Two groups were created: 100 patients who had concomitant metabolic syndrome and 100 who did not. Patient age, sex, tobacco use, family cancer history, hypertension, presence of metabolic syndrome, metabolic syndrome components (waist circumference, triglycerides, high-density lipoprotein [HDL], blood pressure, and fasting glucose level), body mass index (BMI) parameters, and bladder cancer stage, grade, incidence of CIS, and recurrence rate were evaluated.
RESULTS: Of the total, 25 patients were female and 175 were male. Metabolic syndrome was present in 50%. The average age was 63±12 years. In all, 40 patients had diabetes mellitus, 70 had hypertension, 49 had a positive family history of malignancy, and 125 had a positive history of tobacco use. The mean systolic blood pressure was 127±10 mmHg, diastolic pressure was 82±8 mmHg, waist circumference was 97±10 cm, BMI was 25.5±2.3 kg/m2, fasting blood glucose level was 104±24 mg/dL, HDL was 47±9 mg/dL, and triglyceride level was 163±64 mg/dL. Bladder cancer pathological stage reported was: 24 patients with Ta, 135 with T1, and 41 patients with T2 tumor; 125 patients had low-grade and 75 had high-grade tumors. CIS was determined in 58 patients. In a mean follow-up of 18±4.2 months, no tumor recurrence was seen in 55 patients, 87 patients had 1 recurrence, 49 had 2 instances of tumor recurrence, and 9 patients had 3 instances of recurrence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tobacco use of >40 pack/years (p=0.001) and age over 60 years (p=0.024) were independent risk factors for bladder cancer stage, and positive family history of cancer (p=0.003) and tobacco use >40 pack/years (p=0.012) were independent risk factors for bladder cancer grade. In follow-up of 18±4.2 months, no correlation was found between metabolic syndrome criteria and bladder cancer parameters; however, high systolic blood pressure rate, and high triglyceride and glycated hemoglobin levels can negatively affect bladder cancer outcomes.

6.Neurofibromatosis Type-1: Evaluation of 49 Cases
Kürşat Bora Çarman, Coşkun Yarar, Arzu Ekici, Sevgi Yimenicioğlu, Ozan Koçak, İlhan Işık, Cihan Şöhret, Sibel Laçinel Gürlevik, Ayten Yakut
doi: 10.14744/hnhj.2017.86580  Pages 157 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı çocukluk çağı nörofibromatosis tip 1 olgularının klinik bulgularının değerlendirilmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2017 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Bilim Dalı tarafından takip ve tedavileri yapılan çocukluk hastaların klinik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 49 çocuk alındı. Olguların 23’ü erkek, 26’sı kızdı. Yaş ortalaması 11.71 ± 4.05 yıl saptandı 14 (%28.6) olgunun ailesinde nörofibromatosis öyküsü mevcuttu. Lisch nodülü 20 hastada, koltukaltı çillenmesi 15 hastada görüldü. Olguların 10’nunda nörofibrom vardı. Pleksiform nörofibrom hiçbir olguda yoktu. Dört çocukta skolyoz, bir çocukta tibiada psödoartroz mevcuttu. Olguların onunda öğrenme güçlüğü vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdaki olguların semptom, bulgu ve komplikasyonları literatürle uygun¬luk göstermektedir. Komplikasyonların az olmasının olguların yaşlarının küçük olmasına bağlı olduğu düşünüldü. Bu çalışmada NF-l’in erken tanınmasının ailelerin hastalık hakkında bilgilen¬dirilmesi ve bu çocukların düzenli klinik takibiyle tedavi edilebilir komplikasyonların önlenmesi açısından önemini vurguladık.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to analyze the clinical features of children with neurofibromatosis type 1.
METHODS: Neurofibromatosis cases admitted to the Eskisehir Osmangazi University Child Neurology unit from 2010 through 2017 were evaluated retrospectively.
RESULTS: The research group consisted of 49 patients. Of those, 23 were boys and 26 were girls. The mean age of the children was 11.71±4.05 years. Lisch nodules were observed in 20 patients, and axillary freckling in 15 patients. Neurofibroma was present in 10 cases. No plexiform neurofibroma was detected. Scoliosis was seen in 10 patients and tibial pseudoarthrosis was observed in 1. Ten children were evaluated for learning difficulty.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of the present study were consistent with the lit¬erature. The low number of complications seen in our study is thought to be related to the young age of the patients. Early diagnosis of NF-1 is very important to inform families about the disease and prevent treatable complications with regular follow-up of these children.

7.Incidence of Thyroid Carcinoma and the Cellular Type of Goiters in an Area of Endemic Iodine Deficiency
Ali Sürmelioğlu, Metin Tilki, Onur Birsen, Pelin Bağcı
doi: 10.14744/hnhj.2017.27147  Pages 161 - 166
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızdaki amaç iyot eksikliğine bağlı endemik bir bölgede yapılan guatr ameliyatlarından sonra tiroid kanser oranını saptamak ve histopatolojik hücre tiplerini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalıştığımız endemik bir bölgede ameliyat edilen 332 guatr olgusu değerlendirmeye alınmıştır. Tüm olgular fizik muayene, tiroid hormon seviyeleri (sTSH,FT3,FT4 ) ve tiroid ultrasonografisi (USG) ile değerlendirildi. Bazı olgulara ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) ve tiroid sintigrafisi uygulanarak preoperatif tanılara ulaşıldı. Postoperatif histopatolojik incelemelere göre tiroid kanser oranı ve hücre tipleri ortaya kondu.
BULGULAR: Ardışık olarak tiroidektomi yapılan hastaların yaş ortalaması 43.6 + 13.7 (17-67), Kadın/Erkek dağılımı ise sırasıyla %84 (n=279) ve %16 (n=53) olarak saptandı. Olgularımızın preoperatif tanıları multinodüler guatr %77.4 (n=257), soliter tiroid nodülü %20.8 (n=69), toksik diffüz guatr %1.8 (n=6) olarak belirlendi. Hastalara cerrahi prosedürler % 80.4 (n=267) total tiroidektomi, % 6 (n= 20) unilateral total kontrlateral totale yakın tiroidektomi, %3 (n=10) unilateral total tiroidektomi, istmektomi, % 10.6 (n=35) bilateral subtotal tiroidektomi şeklinde uygulandı. Postoperatif histopatolojik değerlendirmeye göre papiller karsinom oranı %77.8 (n=21), Folliküler karsinom oranı %7.4 (n=2), diğer karsinom oranları %14.8 (2 olgu malign potansiyeli belirsiz folliküler tümör, 1 olgu malignite potansiyeli belirsiz iyi differansiye tümör, 1 olgu iyi differansiye karsinom –NOS grubu) saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İyot eksikliğine bağlı endemik bir bölgede yapılan bu çalışmada guatr nedeni ile ameliyat edilen hastalarda tiroid karsinom oranı %8.1 olarak bulunmuştur. Kontrolsüz iyot profilaksisi uygulanmakta olan endemik bu bölgemizdeki çalışmada, tiroid kanser histopatolojik hücre oranlarındaki değişiklik literatür ile uyumlu olarak; papiller karsinom oranının arttığı, folliküler karsinom oranının azaldığı yönündedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the incidence of thyroid cancer and the histopathological cell type of goiters operated on in an area of endemic iodine deficiency.
METHODS: A total of 332 goiter cases that were operated on were evaluated. All of the patients underwent a physical examination, test of thyroid hormone levels (sensitive thyroid stimulating hormone, free triodothyronine, free thyroxine) and thyroid ultrasonography. Some of the patients were diagnosed preoperatively by fine needle aspiration biopsy and thyroid scintigraphy. The thyroid cancer rate and cell types were defined by postoperative histopathological evaluation.
RESULTS: The mean age of consecutive thyroid surgery patients was 43.6±13.7 years (range: 17-67 years); 84% (n=279) of them were female. The preoperative diagnostic distribution of cases was 77.4% multinodular goiter (n=257), 20.8% solitary thyroid nodule (n=69) and 1.8% toxic diffuse goiter (n=6). Surgical procedures performed were total thyroidectomy in 80.4% (n=267), total unilateral thyroidectomy and near total on the contralateral side in 6% (n=20), total thyroidectomy and unilateral isthmectomy in 3% (n=10), and bilateral subtotal thyroidectomy in 10.6% (n=35). The postoperative histopathological results revealed papillary carcinoma in 77.8% (n=21), follicular carcinoma in 7.4% (n=2), and other carcinomas in 14.8% (2 cases with follicular tumor of uncertain malignant potential, 1 case with well-differentiated tumor of uncertain malignant potential, and 1 case with well-differentiated carcinoma-not otherwise specified).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The rate of thyroid carcinoma in patients operated on for a goiter in an area of endemic iodine deficiency and where uncontrolled iodine prophylaxis is being performed was determined to be 8.1%. The change in thyroid cancer histopathological cell ratios found was consistent with the literature: an increased proportion of papillary carcinoma was seen, and a decrease was observed in follicular carcinoma.

8.Evaluation of the Frequency of Gastroesophageal Reflux Disease in Hemodialysis Patients
Sultan Özkurt, Yasemin Sağlan, Handan Gölgeli, Ramazan Sağlan, Hüseyin Balcıoğlu, Uğur Bilge, İlhami Ünlüoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2017.30602  Pages 167 - 171
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemodiyaliz hastalarında üst gastrointestinal sistem yakınmaları sık görülmektedir ve ülkemizde diyaliz hastalarında gastroözefageal reflü hastalığı (GÖRH) prevelansı araştırılmamıştır. Bu çalışmada hemodiyaliz hastalarında GÖRH sıklığını ve ilişkili olduğu faktörleri araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipteki bu çalışmaya 107 standart hemodiyaliz tedavisi uygulanan hasta dahil edildi. Hastaların gastrointestinal sistem şikayetleri, özgeçmiş özellikleri ve kullandıkları ilaçlar yüz yüze görüşme yöntemi ile elde edildi. Anket formu, bireylerin sosyodemografik özelliklerini, gastroözefageal reflü hastalığı (GÖRH) ile ilişkili olduğu düşünülen bazı faktörler ile ilgili soruları içermekteydi. Çalışmada gastroözofageal reflü hastalığının değerlendirilmesinde National İnstitutes of Health (NIH) PROMİS GERD Ölçeği kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların 59’u (%55.1) erkek, 48’i (%44.9) ise kadındı. Hastaların yaşları 30-89 arasında değişmekte olup, yaş ortalamaları 61.3±12.2 yıl idi. Hastalarda GÖRH sıklığı % 14,0 oranında tesbit edildi. Hastaların %72.9’u gastroprotektif ajan kullanmakta idi. GÖRH olanlarla olmayanlar arasında yaş, cins, vücut kitle indeksi, sigara kullanımı, medeni durum, gastroprotektif ilaç kullanımı, nonsteroid antienflamatuar ilaç kullanımı, diyaliz süresi açısından fark bulunmadı. Eğitim düzeyi arttıkça gastroözofageal reflü hastalığı sıklığının azaldığı bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Genel Türk popülasyonu ile karşılaştırıldığında (%33.9), hemodiyaliz hastalarında GÖRH sıklığı daha az (%14) bulunmuştur. Hemodiyaliz hastalarında yüksek gastroprotektif ilaç kullanım oranı daha az GÖRH sıklığı ile ilişkili olabilir.
INTRODUCTION: Upper gastrointestinal system complaints are common in hemodialysis patients, yet the prevalence of gastroesophageal reflux disease (GERD) has not been investigated in dialysis patients in this country. The aim of this study was to investigate the frequency of GERD in hemodialysis patients and related factors.
METHODS: This cross-sectional study included 107 patients who underwent standard hemodialysis treatment. Face-to-face interviews were conducted to obtain details of gastrointestinal complaints, biographical data, and the drugs they used were obtained by. The questionnaire used included questions about socio-demographic characteristics and some factors thought to be related to GERD. The National Institutes of Health Patient-Reported Outcomes Measurement Information System GERD Scale was used to evaluate the presence of GERD in the patients.
RESULTS: Of the patients included in the study, 59 (55.1%) were male and 48 (44.9%) were female. The age of the patients ranged from 30 to 89 years, with a mean age of 61.3±12.2 years. The incidence of GERD was 14.0% in the study patients. In all, 72.9% of the patients were using a gastroprotective agent. There was no difference between patients with GERD and those without GERD in terms of age, sex, body mass index, smoking status, marital status, gastroprotective drug use, nonsteroidal anti-inflammatory drug use, or duration of dialysis. As the level of education increased, the frequency of GERD decreased.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The frequency of GERD was lower in hemodialysis patients (14%) compared with the general Turkish population (33.9%). High gastroprotective drug use rates in hemodialysis patients may be associated with a lower GERD frequency.


REVIEW
9.Piriformis Syndrome
Nilgün Mesci, Duygu Geler Külcü
doi: 10.14744/hnhj.2017.93685  Pages 172 - 175
Piriformis sendromu (PS), siyatik sinirin piriformis kası tarafından tuzaklanması ile oluşan bir klinik tablodur. Siyatik sinir ile piriformis kasının anatomik ilişkisi ile ilgili çeşitli varyasyonlar görülebilir. Piriformis kası kalça eklemine uyluk ekstansiyondayken dış rotasyon, kalça fleksiyondayken abduksiyon yaptırır. Piriformis kasında miyofasial tetik nokta, hipertrofi, inflamasyon, travmatik yaralanmalar, piriformis kası ve/veya siyatik sinirin anatomik varyasyonları ve myositis ossifikans gibi nedenler PS’na yol açabilmektedir. Siyatik ağrısı vakalarının %5-6’sının PS olduğu gösterilmiştir. Ancak radiküler ağrı ile karıştığı için bu oranın daha fazla olduğu düşünülmektedir. Bu derlemede nondiskojenik siyatalji ayırıcı tanısında düşünülmesi gereken PS ve ultrasonografinin PS tanı ve tedavisindeki öneminden bahsedilmiştir.
Piriformis syndrome (PS) is a clinical picture that develops when the sciatic nerve is trapped by the piriformis muscle. Several variations in the anatomical relationship of the sciatic nerve and the piriformis muscle may be seen. The piriformis muscle externally rotates the hip joint when the thigh is in extension and abducts when the hip is in flexion. Myofascial trigger points in the piriformis muscle, hypertrophy, inflammation, traumatic injury, anatomical variations of the piriformis muscle and/or the sciatic nerve, and myositis ossificans can cause PS. It has been reported that 5% to 6% of sciatic pain cases are PS. However, it is thought that this percentage may actually be higher because it can be confused with radicular pain. PS should be considered in the diagnosis of nondiscogenic sciatica, and the importance of ultrasonography in the diagnosis and treatment of PS are described in this review.

CASE REPORT
10.A Case Presentation of Colloidal Bismuth Subcitrate Intoxication and Acute Renal Failure
Hasan Kayabaşı, Zeyneb Başpehlivan Tuzcu, M. Hanefi Aytekin, Damla Karataş, Mürselin Güney, Dede Şit
doi: 10.14744/hnhj.2017.40427  Pages 176 - 178
Kolloidal bizmut subsitrat gastrit ve helikobakter pilori eradikasyonu tedavisinde sık kullanılan bir bileşiktir. Gastrointestinal emilimi az olmakla birlikte yüksek dozlarda alındığı zaman hepatik ensefalopati veya daha nadiren nefropati şeklinde yan etkiler gelişebilir. Bizmut intoksikasyonuna bağlı akut nefrotoksisite tedavisinde hemodiyaliz ve şelasyon tedavilerini erken uygulamak önemlidir. Bu vakada intihar girişimi amaçlı yüksek doz bizmut alımı sonrası akut böbrek yetmezliği gelişen bir hasta sunuldu.
Colloidal bismuth subcitrate is a compound that is widely used to treat gastritis and Helicobacter pylori infection. Gastrointestinal absorption is low, but when it is consumed in large dosages, side effects such as hepatic encephalopathy, or more rarely, nephropathy can occur. Early treatment modalities of hemodialysis or chelation therapy are important in acute nephrotoxicity caused by bismuth intoxication. This report is a description of the case of a patient who had acute renal failure after ingestion of a large dose of bismuth in a suicide attempt.

11.Intraperitoneal Bladder Perforation Due to Clean Intermittent Catheterization: A Case Report and Literature Review
Serkan Akan, Ahmet Ürkmez, Çağlar Yıldırım, Özgür Haki Yüksel
doi: 10.14744/hnhj.2017.25338  Pages 179 - 182
Temiz aralıklı kateterizasyon uygulayan hastalarda, katetere bağlı mesane perforasyonu nadir görülen bir komplikasyondur. Biz burada 6 ay önce geçirdiği ateşli silah yaralanması sonrası (servikal spinal kord hasarı) tetraplejik olan ve nörojenik mesane nedeniyle kazadan bu yana sondalı olup; son 5 gündür hasta yakını tarafından TAK yapılan 40 yasında erkek hastada oluşan ve akut abdomen bulguları ile acile başvuran mesane perforasyonu olgusunu raporladık.
Catheter-related bladder perforation is a very rare complication in patients undergoing clean intermittent catheterization (CIC). Presently described is the case of a 40-year-old man who had been diagnosed as tetraplegic after a firearm injury (cervical spinal cord injury) 6 months earlier. As a result of neurogenic bladder, he had been permanently catheterized after the accident. CIC treatment was initiated with the help of a relative of the patient. Five days after the initiation of treatment, the patient was admitted to the emergency room with an acute abdomen and an intraperitoneal bladder perforation was diagnosed.

12.A Rare Case: Kabuki Make-Up Syndrome
Esra Türe, Abdullah Yazar, Fatih Akın, Ayşe Gül Zaimoğlu, Dursun Odabaş
doi: 10.14744/hnhj.2017.74745  Pages 183 - 185
Kabuki make-up sendromu (KMS) multipl konjenital anomaliler ve mental retardasyonla seyreden, kalıtım şekli tam bilinmeyen ancak otozomal dominant bir mutasyonun sebep olduğu düşünülen nadir bir sendromdur. Bu yazıda, mental-motor retardasyon, geniş alın, yukarı doğru kavisli kaş kemeri, lateral 2/3’si dökük kaşı, çekik ve ayrık gözleri, alt göz kapak lateralinde dışa dönüklüğü, basık ve geniş burun kökü, gaga burnu, bilateral geniş ve düşük kulak sayvanları, seyrek ve kırılgan saçları, dar ve yüksek damağı, dismorfik dişleri, belirgin el parmak pulpaları, 5. parmak kısalığı ve karaciğer enzim yüksekliği saptanan 27 aylık bir kız çocuğu literatüre katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.
Kabuki make-up syndrome (KMS) is a rare syndrome characterized by multiple congenital anomalies and mental retardation. Its inheritance pattern is not precisely known, but it is thought to be caused by an autosomal dominant inheritance. Presently described is the case of a 27-month-old girl who had mental and motor retardation; frontal bossing; arched eyebrows that were sparse in the lateral two-thirds; long palpebral fissures with eversion of the lateral part of the lower eyelid; a broad, depressed nasal root; a beaked nose; large, protuberant, low-set ears; sparse and fragile hair; a high, arched palate; dysmorphic teeth; prominent finger pads; short fifth fingers; and hypertransaminasemia as a contribution to the literature.

LookUs & Online Makale