ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 52 (3)
Volume: 52  Issue: 3 - 2012
RESEARCH ARTICLE
1.Comparison of postabortal and interval intrauterine device insertions in regard to bleeding patterns, infection and dislocation
Işık Gönenç, E. Zeynep Tuzcular Vural, Mesut Divrikoğlu, Nurettin Aka, Gültekin Köse
Pages 111 - 115
GİRİŞ ve AMAÇ: Aile planlaması yöntemlerinin, istemli düşük sonrası hemen, düşüğün yapıldığı yerde, kadınlar klinikten ayrılırken uygulanmasının, tekrarlayan düşükleri azaltacağını kanıtlayan yayınlar mevcuttur. Bu çalışma ile, yasal gebelik tahliyesi (YT) sonrası rahim içi araç (RİA) uygulaması ile menstrüel siklus kanaması sırası nda RİA uygulanmasının enfeksiyon, kanama düzeni ve dislokasyon açısından karşılaştırılmaları ve YT bitiminde hemen uygulamanın kabul edilebilir bir uygulama olup olmadığının ortaya konulması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Aile Planlaması Ünitesi’ne isteğe bağlı YT istemiyle başvuran ve YT sonrası RİA kullanmak istediğini ifade eden ve RİA kullanmaya uygun görülen 30 olgu (çalışma gurubu) ile menstrüel kanama sırasında RİA istemi ile başvuran 28 olguya (kontrol gurubu) Cu-T- 380 A tipi RİA uygulandı. Tüm olguların RiA uygulamasını takiben ve bir dahaki menstrüel kanamaları biter bitmez transvajinal ulrasonografi (TVS) ile R‹A-Fundus-Mesafesi (RFM) ve RİAMiyometriyum- Mesafesi (RMM) ölçümleri yapıldı. Ayrıca bu dönem içindeki kanama süresi, kanama miktarı, pelvik hassasiyet sorgulandı ve üst genital yol enfeksiyonu açısından pelvik muayeneleri yapılarak değerlendirmeleri yapıldı. istatistiksel analizler istatistik paket programı kullanılarak yapıldı. Tanımlayıcı testlerin yanı sıra karşılaştırmalı analizlerde Ki kare, student T testi, Whitney U testi ve eşleştirilmiş bulgularda pairedt- test kullanıldı.
BULGULAR: RİA uygulaması öncesi ve sonrası menstrüel siklus düzeni açısından guruplar arasında anlamlı fark gözlenmemiştir. RİA uygulamas› sonrası kanama süresi ve miktarı önceye göre her iki gurupta ileri derecede anlamlı olarak artmıştır. Kontrol zamanı yapılan pelvik muayene ile guruplar arasında lökore ve pelvik hassasiyet açısında istatistiksel fark saptanmadı. Chandelier belirtisi hiçbir olguda tespit
edilmedi. Her iki gurupta RİA uygulama günü ve siklus sonrası kontrol muayenelerinde TVS ile yap›lan RFM ve RMM ölçümleri aras›nda istatistiksel anlamlı fark bulunmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: YT sonrası, uzun süreli ve modern bir yöntem tercihi olan kadınlara RİAların güvenle uygulanabileceği sonucuna vardık.
INTRODUCTION: There is evidence that, after voluntary abortions, immediate application of family planning services before the woman leaves the clinic reduces the rate of recurrent miscarriages. In this study, we aimed to find out whether immediate IUD insertions after legal abortions (LA) differ with insertions in the interval in terms of menstrual bleeding, infection and IUD displacement and to decide whether immediate insertion is a safe and acceptable practice.
METHODS: Thirty women (study group) who applied for LA with a request to use IUDs afterwards and 28 women (control group) requesting IUDs during their menstrual period and all found suitable for the method were fitted with Cu-T-380 A-type IUDs. In all cases, IUD-Fundus-Distance (IFD), and IUD-myometrium-Distance (IMD) measurements were made with a transvaginal ultrasound (TVS) right after the end of the next menstrual bleedings. All women were questioned for the duration and amount of bleeding as well as presence of pelvic tenderness, and also pelvic examinations were done to detect any upper genital tract infection sign. For statistical analysis, descriptive tests were done as well as Chi-square test, Student’s t-test, Whitney U-test for comparative analysis and paired t-test analysis for paired groups using a statistical software package program.
RESULTS: No statistically significant difference was observed between the groups before and after IUD insertions in terms of menstrual cycle patterns. The duration and amount of bleeding were significantly increased after IUD insertions in both groups than before. Follow-up pelvic examinations showed no significant difference regarding leucorrhoea and pelvic tenderness between the groups. The chandelier sign was negative in all cases. In both groups, TVS examinations on the day of insertion and on the follow-up visit did not show any statistically significant difference for IFD and IMD measurements.
DISCUSSION AND CONCLUSION: IUDs can safely be inserted, immediately, following LA, to women looking for a long-lasting, modern contraceptive method.

2.The Value Of Inflammatory Markers and Biochemical Parameters In Assessment Of Severity Of Acute Pancreatitis
Bülent Kaya, Barış Sana, Ali Kemal Taşkın, Mehmet Kamil Yıldız, Cengiz Eriş
Pages 116 - 120
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut pankreatit hala önemli bir patolojidir. Bu çalışmamızda akut pankreatit nedeni ile tedavi etti¤imiz hastalarda ciddi pankreatit gelişimine gösterebilecek inflamatuar markırlar ve biokimyasal parametreler retrospektif olarak incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs 2011 ile Ekim 2011 tarihleri arsında akut pankreatit tanısı alan 52 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar BT ciddiyet indeksine göre hafif ve ciddi pankreatit olarak 2 gruba ayrıldı. Hastaların yaş, cinsiyet, Laboratuar ve görüntüleme yöntemlerinin sonuçları, hastanede yat›fl süreleri, morbidite ve mortalite sonuçları toplandı. Sonuçlar SPSS 17 istatstik programında değerlendirildi.
BULGULAR: Retrospektif olarak incelenen 52 hastanın 39’u kadın ve 13’ü erkekti. Hastaların yaş ortalaması 56.8±17.2 (19-97 arası) idi. Hastaların 30’u hafif (BT indeksi A-BC), 22’si ciddi (BT indeksi D-E) olarak sınıflandırıldı. CRP değerleri ciddi pankreatit grubunda daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı değildi. Ağır pankreatit grubunda Lökosit sayısı ve serum glukoz değerleri hafif pankreatit grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olarak bulundu. ( p= 0.006 ve p=0.009).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ciddi pankreatitli hasta grubunda lökosit sayımı ve kan şeker düzeylerinin hafif pankreatitli hastalara göre anlamlı olarak yüksek seyrettiğini göstermiştir. Bu laboratuar testleri pankreatitli hastaların prognozunu balirlemede yardımcı olabilir.
INTRODUCTION: Acute pancreatitis is still an important pathology. In this study, we analysed retrospectively the predictive value of inflammatory markers and biochemical parameters for development of severe pancreatitis.
METHODS: Fifty-two patients with diagnosis of acute pancreatitis were retrospectively studied in between May 2011 to October 2011.The patients were separated in two groups according to CT severity indexs as mild and severe pancreatitis. Data about patient’s age,gender, laboratory and imaging results,duration of hospitalisation, morbidity and mortality rates were collected. The statistical analysis was performed with SPSS 17 program.
RESULTS: There were 39 women and 13 men patients. The median age was 56.8±17.2 (Range: 19-97). There were 30 mild and 22 severe pancreatitis. Although CRP value was higher in severe pancreatitis it was not statistically meaningful. The leucocyte count and glucose level were statistically higher in severe pancreatitis group (p value=0.006 and p value=0.009 respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study demonstrated that leucocyte cound and glucose level can be predictive laboratory tests for severe pancreatitis.

3.Evaluation Of Serum Prolactin Levels In Children With Febrile And Afebrile Convulsions
Zehra Esra Önal, Yeliz Öz, Narin Akıcı, Tamay Gürbüz, Çağatay Nuhoğlu, Ömer Ceran
Pages 121 - 125
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, konvülziyon geçiren çocuklarda serum prolaktin düzeyine bakarak epileptik durumları nonepileptik durumlardan ayırt etmede bu ölçütü kullanıp kullanamayacağımızı değerlendirmek istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne febril ve afebril konvülziyon geçirerek getirilen 2 yıllık süreçteki toplam 51 olgu analiz edildi. Febril konvülziyon geçiren 8 erkek, 9 kız yaşları 32,8+- 22,9 ay olan toplam 17 çocuk grup 1’i oluşturdu. Grup 2 de ise ortalama yaş 76,4+48,4 ay olan 20 erkek, 14 kız toplam 34 çocuktan oluştu. Grup 3 ise 24 erkek, 26 kız polikliniğimize konvülziyon dışı yakınmayla başvuran toplam 50 çocuktan oluşan kontrol grubuydu. Olgularda konvülziyon sonrası 1. saatte, 2. saatte ve 24. saatte venöz kan alınarak serum prolaktin düzeyi bakıldı.
BULGULAR: Serum prolaktin birinci saat değerleri afebril grupta (grup 2), febril gruba (grup 1) göre anlamlı yüksek bulundu. Serum prolaktininin postkonvulzif 24. saat değeri açısından 3 grup karşılaştırıldığında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız afebril konvülziyonda birinci saatte bakılan prolaktin düzeyinin anlamlı yüksekliği bize epileptik nöbetlerin nonepileptik durumlardan ayrımında, EEG monitorizasyonu zor ulaşılabilir bir yöntem oldu¤u için, bu yöntemi kullanabileceğimizi göstermektedir.
INTRODUCTION: In this study, we wanted to evaluate if we can use the serum prolactin levels as a marker in differential diagnosis epileptic syndromes and non epileptic ones.
METHODS: We analyzed totally 51 children during two years who were admitted to our clinic by having experienced febrile or afebrile convulsions. Group 1 included 8 male and 9 female totally 17 children whose mean ages were 32.8+/-22.9 months and had febrile convulsions. Group 2 had 20 males and 14 females 76.4 +/-48.4 months aged totally 34 children who had experienced afebrile convulsions. Group 3 included 24 males 26 females who had no neurologic symptoms or convulsions but taken to our clinic by other symptomatologies. Blood samples of cases were evaluated in the first hour, in the second and 24.hour of post convulsive follow up.
RESULTS: We found that serum prolactin levels were significantly higher in the afebril convulsive group (group 2) than in the febrile convulsive group (group1). Serum prolactin levels of post convulsive 24.hour determination revealed no statistically difference between the three groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we concluded that, we can use serum prolactin levels in the first hour of post convulsive follow-up for differential diagnosis of epileptic syndromes and non epileptic ones, since EEG monitorization is a hardly performed evaluation.

4.The comparison of ultrasound findings in thyroid nodules according to the results of fine needle aspiration biopsy
Hakan Tor, Aslıhan Semiz Oysu, Yaşar Bükte, Tufan Engin, Burcu Kaya Tuna
Pages 126 - 131
GİRİŞ ve AMAÇ: Tiroid nodüllerinin ultrasonografi (USG) bulgularının malign nodüllerin ayırt edilmesindeki yerinin araştırılması.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tiroid nodülü olan ve ince iğne aspirasyon biyopsisi istemiyle kliniğimize gönderilen olgular çalışmaya dahil edildi. Sonografik olarak, nodüller yapı (solid ya da mikst), ekojenite (hipoekoik, izoekoik ya da hiperekoik), sınır (düzgün ya da düzensiz), periferik halo varlığı, mikrokalsifikasyon varlığı ve nodülün vaskülarizasyonu (internal ya da periferik) açısından değerlendirildi. Sitoloji sonuçlarına göre benign ve malign gruplar arasında nodüllerin sonografik özellikleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yaşları 19 ile 70 arasında (ortalama: 45) değişen 80 olgu çalışmaya dahil edildi. Olguların % 75’inin (n=60) İİAB sonucu benign, % 7,5’i (n=6) malign ve % 17,5’i (n=14) yetersiz materyal olarak rapor edildi. İİAB sonucu yetersiz olan olgular istatistiksel analiz yapılırken hesaplama dışı bırakıldı. ‹‹AB sonucu malign ve benign olan gruplar arasında nodül iç yapısı, ekojenitesi, periferik halo varlığı, konturlar, mikrokalsifikasyon varlığı ve Doppler US kanlanması arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Malignitenin ayırt edilmesi açısından tiroid nodüllerinin noninvazif olarak değerlendirilmesinde yaygın olarak kullanılan USG kriterleri, malign ve benign gruplar arasında anlamlı farklılık göstermemiştir. Halen malignitenin saptanabilmesi için güvenilir tek bir sonografik bulgu bulunmamaktadır. şüpheli sonografik bulguların bir nodülde kombinasyonlar halinde bulunmasının malignitenin tahmin edilmesinde daha duyarlı olup olmadığı geniş serilerde araştırılmalıdır.
INTRODUCTION: To investigate the role of ultrasonographic findings of thyroid nodules in discrimination of malignant nodules.
METHODS: Patients, who have a thyroid nodule and were referred to our department for fine needle aspiration biopsy, were included into the study. Sonographically, nodules were evaluated in terms of texture (solid or mixed), echogenity (hypoechoic, isoechoic or hyper echoic), margins (irregular or smooth), presence of a peripheral halo, presence of micro calcifications, and vascularization of the nodule (peripheral or internal). According to the cytological results, sonographic features of the nodules were compared between benign and malignant groups.
RESULTS: Eighty patients whose ages ranged between 19 and 70 (mean: 45) were included into the study. FNAB results were reported as benign in 75% (n=60), malignant in 7.5% (n=6) and insufficient material in 17.5% (n=14) of the cases. Cases with an insufficient result of FNAB were excluded from the statistical analysis. There was no statistically significant difference in texture of the nodules, echogenity of the nodules, presence of a peripheral halo, margins of the nodüle, presence of microcalcifications, and Doppler US vascularization in benign and malignant nodules (p>0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: US criteria commonly used for noninvasive evaluation of thyroid nodules for discrimination of malignancy, showed no significant difference between malignant and benign groups. Currently, there is no single reliable sonographic finding for determination of malignancy. Whether a combination of suspicious sonographic findings in a nodule could be more sensitive in prediction of malignancy, should be investigated in larger series.

5.The Effects of Antiepileptic Therapies on Serum Lipid Levels in Childhood
Tamay Gürbüz, Pelin Akbaş, Zehra Esra Önal, Narin Akıcı, Funda Atay, Çağatay Nuhoğlu, Ömer Ceran
Pages 132 - 136
GİRİŞ ve AMAÇ: Biz bu çalışmayı, epileptik çocukların uzun süreli izleminde uygulanan antiepileptik tedavinin, lipid profiline etkisini araştırmak için yaptık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, yaşları 2.5 ile 14 yaş arası değişen 56 çocuğu kapsamaktadır. Bunların, ortalama yaş aralığı 8.71±3.3 yaştır. Çocukların 24’ü kız, 32’si erkektir. Çalışmaya alınan 19 çocuk generalize epilepsi, 37’si parsiyel epilepsi geçirmişti. Karbamazepin kullanan 16 çocuk grup I’i, okskarbazepin kullanan 21 çocuk grup II’yi, sodyum valproat kullanan 19 çocuk grup III’ü oluşturdu. Tedavinin başlangıcında, 3., 6. ve 12. aylarında, venöz kan alınarak serum kolesterol, VLDL, LDL, HDL, trigliserit seviyeleri bakıldı.
BULGULAR: Gruplar arasında başlangıç, 3., 6. ve 12. serum total kolesterol, VLDL, LDL, HDL ve trigliserit seviyeleri açısından anlamlı farklılık bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Oniki ay boyunca uygulanan antiepileptik tedavi, gruplar arasında lipid seviyeleri ( kolesterol, HDL, LDL, VLDL, trigliserit )üzerine anlamlı değişiklik göstermedi. Bir yıllık, izlemde serum lipid seviyelerinin etkilenmediği sonucuna vardık.
INTRODUCTION: We performed this study, in order to investigate the effects of anti epileptic therapies on serum lipid levels during long term follow- up of epileptic children.
METHODS: This study included 56 children, whose ages were 8.71±3.3 years. Twentyfour of children were female and 32 of whom were male. When 19 children had generalize epilpsies, 37 had parsiyel ones. Carbamazepine has been experienced on 16 ( grip I ), Okskarbazepin on 21 ( grup II ) and sodium valproat has been experienced on 19 children. At beginning and during, the third, sixth and twelfth months of antiepileptic therapies, serum lipid levels were evaluated.
RESULTS: There was no statiscially difference for serum total colesterol levels among the groups during the 3., 6., 12. months controls. Serum trigliserit LDL, HDL, VLDL cholesterol levels revealed no significant difference as well, among the groups during monthly (3., 6., 12. month) controls.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The groups who were followed by different antiepileptic therapies revealed no significant difference for serum lipid levels during 12 months.We concluded that, anti epileptic therapies did not affect serum lipid levels during one year follow-up.

6.Angioplasty And Endovascular Stent Implantation
Tolga Gümüşkemer, Müjdat Kahraman, Alper Bayrak, Ozan Durmaz, Mehmet Mustafa Güldü, Okan Akyüz, Toluy Özgümüş, Can Sevinç, Sinan Şahin, İbrahim Berber, Funda Türkmen
Pages 137 - 144
GİRİŞ ve AMAÇ: Renal arter darlıklarının %90’dan fazlası aterosklerotik nedenli olup, bu darlıkların stent yerleştirilerek açılması uzun yıllardır uygulanan bir tedavi yöntemi olmasına rağmen, sadece medikal tedavi yapılması ile stent yerleştirilmesinin vasküler olay ve böbrek fonksiyonları açısından bir fark yaratıp yaratmadığı henüz net değildir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Koroner arter hastalarının %15-23’ünde, aortoiliyak hastalığı olanların %28-38’inde, alt ektremite vasküler hastalığı olanların %39-45’inde aterosklerotik renal arter darlığı (ARAD) bulunabilir.
BULGULAR: Renovasküler hipertansiyonun %67’sinden ARAD sorumludur ve bunların %15-27’inde son dönem böbrek yetmezliği gelişir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada kliniğimizde ARAD nedeniyle tetkik edilip, perkütan translüminal renal anjiografi (PTRA) uygulanan 3 olguyu inceledik.
INTRODUCTION: More than 90% of renal artery stenosis cases are caused by atherosclerosis.
METHODS: Although it is a longpracticed treatment method to circumvent this kind of stenosis by stent implantation, it is not yet clear if there is a significant difference between stent implantation and medical treatment on renal functions and vascular events.
RESULTS: ARAS can be found in 15-23% of patients with coronary artery diesase, 28-38% of patients with aortoiliac atherosclerosis, and 39-45% of patients with lower extremity vascular disease. ARAS is responsible for 67% of renovascular hypertension cases and 15-27% of these patients develop end-stage renal failure.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we have examined the 3 cases in which ARAS was identified and Percutaneous Transluminal Renal Anjiography (PTRA) endovascular stent was applied.

7.The Role Of Hydro-Mr In Assessment Of Pre-Operative Stomach Wall Invasion In Gastric Malignant Tumors
Tuba Özdelice, Gamze Kılıçoğlu, Esin Yencilek, Deniz Arslan, Masum Şimşek
Pages 145 - 154
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı Hidro MR’ın mide kanserli hastalarda mide duvar invazyon derecesini değerlendirmedeki rolünü postoperatif histopatolojik veriler ışığında araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2007 ve Kasım 2008 tarihleri arasında Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi kliniklerinde takip edilen malign mide tümörlü 20 hasta ameliyat öncesinde HidroMR çekimine alındı. Hastalar 6 saatlik açlık sonrasında mide distansiyonu için 600 ml su içirildi. Çekimden 5 dakika önce 20 mg skopolamin intramusküler yoldan uygulandı. HidroMR çekimleri 1.5T MR cihazı ile Q–body koil kullanılarak yapıldı. Nefes tutmadan TSE tekniği ile Ssh/TE 80 (single shout) T2 ağırlıklı, nefes tutmalı çekimlerde TFE tekniği ile T1 ağırlıklı aksiyal ve koronal planlarda görüntüler alındı. IV bolus 15-20mg gadopentat dimeglumin ortalama 1ml/dak hızda verildikten 60sn sonra yağ baskılı aksiyal T1 ağırlıklı görüntüler aynı parametrelerle alındı. MR görüntülerde tümör invazyon derecesi mide duvarında anormal bulgu olmadığında T1, mide duvarında iyi sınırlı ve düzenli dış bordurun korunduğu duvar kalınlaşması olduğunda T2, mide duvarı dış bordurunda nodüler veya düzensiz kalınlaşma veya perigastrik infiltrasyon oldu¤unda T3, komşu organ veya yapılara direkt invazyon olduğunda T4 olarak sınıflandırıldı ve postoparatif histopatolojik bulgularla karşılaştırıldı.
BULGULAR: Tüm evreler göz önüne alındığında postoperatif histopatolojik bulgularla karşılaştırıldığında Hidro-MR incelemede duyarlılık %50 (10 kişi), yalancı yüksek evreleme oranı %35 (7 kişi) ve yalancı düşük evreleme oranı %15(3 kişi)saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hidro MR tetkiki gelecekte haraket dezavantajları minimalize edildiğinde mide duvar invazyonunu değerledirmede daha yararlı hale gelebilecektir.
INTRODUCTION: This study aims to search the role of Hydro MR used in assesment the grade of wall invasion of stomach cancer patients in consideration of post-operative hystopathological data.
METHODS: Haydarpasa Numune Training and Research Hospital General Surgery Departments on the dates between December 2007 and November 2008 Twenty patients with gastric cancer who were undergone preoperative MR imaging at 1.5 T with Q body coil were performed after 5 minute later intramusculer injection of 20 mg scopolamine and the oral administration of 600ml water. Free Breath TSE Ssh/TE 80 (single shout) T2 weighted, breath hold TFE T1weightedimages in axial and coronal planes and 60 sec after inition of IV bolus gadopentatdimeglumin (med›um injection 1ml/sec ) enhanced fat suppressed axial T1 images were taken with same parameters. The degree of tumor invasion seen on MR,imaging were classified as MRT1 (noabnormalfinding),MR T2 (thickened gastric wall with smooth, well defined outer border) MR T3 (nodules or irregular outer border of thickened gastric wall or perigastric infilitration) MR T4 (direct extension and invasion of tumor into contiguous organ and structure) and compared with postoperative histopathological findings.
RESULTS: Considering all stages by comparing with the results of post-operative histopathological symptoms, the accuracy of Hydro-MR analysis's as % 50 (10 people), the rate of overall accuracy was identified as 35 % (7 people), the rate of lowoverall accuracy was identified as 15 % (3 people).
DISCUSSION AND CONCLUSION: When its movement disadvantages are minimized,hydro MR study will be able to become more effective in analysis of wall invasion of stomach cancer cases in the future.

CASE REPORT
8.Evaluation of Henoch-Schönlein Purport cases with edematous course
Zehra Esra Önal, Selçuk Gürel, Tamay Özkozacı, Narin Akıcı, Abdulkadir Tekin, Çağatay Nuhoğlu
Pages 155 - 158
Henoch Schonlein purpurası (HSP), birden çok sistemi etkileyebilen, öncelikle deri, gastrointestinal sistem, eklem ve böbreğin küçük çaplı kan damarlarını, özellikle de postkapiller venülleri tutan çocukluk çağının en sık görülen vaskülitidir. En sık 2-8 yaş arasında görülür. Erkek/kız oranı 1,5 dır. Sistemik bulgular hastaların %80 inde ortaya çıkar ve en sık bulgu purpurik deri döküntüsüdür. Diğer sık görülen bulgular artrit, böbrek tutulumu ve gastrointestinal problemlerdir. HSP vaskülitine bağlı yumuşak doku ödemi insidansı litaratürde %4-50 oranlarında bildirilmektedir. (1) Biz bu çalışmada yaşları 2,5 ile 11 arasında değişen scalp, testis, sırt, bel ve ayak bileği bölgelerinde ödemlerle gelen 6 çocuk hastamızı bildirdik. Bir hastamız testis torsiyonu ile opere oldu. Hastalarımıza doku ve skrotal ödem varlığında kullanılan prednizolonun semptomları rahatlatarak tedavideki yerine dikkat çektik. Özellikle, ödamatöz seyreden Henoch Schonlein olgularımızı sunarak, litaratür ışığında hastalığı tekrar gözden geçirdik.
Henoch Schönlein purpura(HSP), is the most commonly seen vaskulites of childhood, primarily affects postcapillary venules of dermis, gastrointestinal tract, joint and kidney. It is mainly seen in children between 2 and 8 years with a male to famale ratio of 1,5. Systemic symptoms can be presented in %80 of patients and the most commonly seen symptom is purpuric rash. Arthritis, renal involvement and gastrointestinal disorders are the other manifestations. The incidence of soft tissue edema correlated with HSP is reported in %4-50 of cases in literature In this study, we reported 6 children whose ages are between 2,5 and 11 years, presented to our clinic with scalp,scrotal, perineal and ankle swelling. Our 1 patient was operated with testicular torsion. We showed that in the presence of soft tissue swelling, using prednizolon therapy can relieve the symptoms and discomfort. When we reported this edematous course of Henoch Schönlein purpura cases, we evaluated the disease again in the light of the literature.

9.Cutis Marmorata Telangiectatic Congenita: Case Report
Mustafa Çiftçi, Fırat Erdoğan, Makbule Dündar
Pages 159 - 161
Konjenital kutis marmoratus telenjiektazi, kutanöz damar yapısının tutulumu ile seyreden, telenjiektaziler, flebektazilerle ve persiste eden kutis marmoratus ile karakterize, genellikle yeni doğan döneminde ortaya çıkan, multisistem konjenital anomalilerin eşlik edebildiği, 1922 yılında van Lohuizen taraf›ndan tarif edilmiş nadir görülen sporadik bir hastalıktır. Sundu¤umuz vakamızda doğumdan hemen sonra saptanan, karın bölgesinde ve bacakların ön yüzünde persiste eden kutis marmoratus bulunmaktaydı, hastanın yapılan fizik muayenesinde, laboratuar tetkikleri ve görüntüleme yöntemlerinde herhangi bir eşlik eden anomali saptanmadı. Bu vakayı sunmamızın amacı genellikle selim olan ancak multisistem tutulum da gösterebilen nadir görülen bu hastalığa dikkat çekmektir.
Cutis marmorata telangiectatica congenital is rare sporadic congenital vascular anomaly characterised by telangiectasia, phlebectasia and persistent cutis marmorata, generally seen in new born period, likely to be associated with multi system congenital abnormalities, was described by van Lohuizen in 1922. In our case, we report the baby who had persistent cutis marmorata on the anterior of the lower extremities and a little on the abdomen region just after birth. There was any finding revealing associated congenital anomaly either in the physical examination of the patient or laboratory evaluation or imaging modalities. Our purpose to report the case is to call attention to a rare benign disease which can also be multi-systemic involvement.

10.Nodal Rhythm Caused Mad Honey Poisoning (A Case Report) Mad Honey Poisoning
Özcan Pişkin, Nurettin Kurt, Volkan Hancı
Pages 162 - 166
Deli bal zehirlenmesi, Rhododendron çiçeklerinden üretilen ve grayanotoksin içeren balın tüketilmesiyle ortaya çıkar. Grayanotoksinler hücre membranlarındaki sodyum kanallarına bağlanarak etkilerini gösterirler. Ülkemizde görülen deli bal zehirlenmeleri olgularının hemen tamamı Karadeniz bölgesinden bildirilmiştir. İnsanda zehirlenme belirtileri doza bağlıdır ve birkaç dakika ile iki veya daha fazla saat süren latent bir periyoddan sonra ortaya çıkar. İlk belirtiler, tükürük sekresyonunda artış, kusma, ağız çevresi ve ekstremitelerde parestezidir. Tipik zehirlenme tablosu; sindirim sistemi irritasyon bulguları, hayatı tehdit edebilen bradikardi ve hipotansiyon ile santral sinir sistemi etkilenimi bulgularıyla oluşur. Olgu sunumumuzda deli bal zehirlenmesi olan bir olgu dolayısıyla, deli bal zehirlenmelerinde tanı ve tedavi yaklaşımlarını sunmayı amaçladık.
“Mad honey” poisoning emerges after eating grayanotoxin containing honey called “mad honey” produced from Rhododendron flowers. Grayanotoxins act by binding the sodium channels on the cell membrane. Most of the reported mad honey cases in Turkey are from the Black Sea coast of the country. The symptoms of human toxication is dose-related and appears after a latent period of a few minutes or 2 and more hours. The early symptoms are hypersalivation, vomiting and paresthesia in perioral area and extremities. Digestion system irritation symptoms, life-threatening bradycardia, hypotension and central nervous system failure symptoms are the typical presentation. We aimed to draw attention to mad honey intoxication through a case report.

LookUs & Online Makale