ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 51 (2)
Cilt: 51  Sayı: 2 - 2011
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Varis Dışı Üst Gastrointestinal Sistem Kanamalarının Ramazan Ayı ve Mevsim İle İlişkisi
Relaionship Between The Frequency Of The Upper Gastrointestinal Bleeding And Both Seasons And Ramadan
Atakan Yeşil, Mesut Sezikli, Can Sevinç, Fatih Güzelbulut, Züleyha Akkan Çetinkaya, Emine Burcu Uprak, Ezgi Ersoy Yeşil, Ali Özdemir, Müşerref Funda Türkmen
Sayfalar 46 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Üst GİS kanamaları ciddi morbidite, mortalite, iş gücü kaybı ve hastane masrafına yol açan klinik bir sorundur. %70’lere varan oranlarda duodenal ülser, gastrik ülser ve gastrik erozyona sekonder olduğu bilinmektedir. Bu lezyonların sıklığında mevsimlerle ilişkili dalgalanmalar gösterdiği eski zamanlardan beri bilinen bir gerçektir. Biz de bu çalışmamızda üst GİS kanama sıklığını hem mevsimlerle hem de ramazan ayı ile ilişkisini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma kapsamına 2005-2008 arasında hastanemiz Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniğine üst GİS kanama nedeniyle yatırılıp, takip ve tedavisi yapılan 420 hasta alındı. Hastalar, hastaneye yatış aylarına göre ayrıldılar. Ramazan ayı ile ilişkisine bakılmak üzere 2005 yılı (5 ekim-3 kasım), 2006 yılı (24 eylül-23 ekim), 2007 yılı (13 eylül-12 ekim), 2008 yılı (01 eylül-30 eylül) ramazan ayı ve ramazan ayından 15 gün önce ile 15 gün sonraki dönemde yatan hastalar, ramazan ile ilişkili hastalar olarak değerlendirildi. Acil servise üst GİS kanama semptomlarıyla başvuran, endoskopik olarak tanısı kesinleşen hastalar çalışmaya alındı.
BULGULAR: Üst GİS kanaması ile yatan hastaların mevsimsel dağılımında ilkbaharda (mart-nisan-mayıs) toplamda 133 vaka ve aylık ortalama yatan hasta sayısı 11.08±2.23, kış (aralık-ocak-şubat) mevsiminde toplamda 112 vaka ve aylık ortalama yatan hasta sayısı 9.33±3.77, yaz (haziran-temmuz-ağustos) mevsiminde toplamda 93 vaka ve aylık ortalama yatan hasta sayısı 7.75±1.60, sonbahar (eylül-ekim-kasım) mevsiminde toplamda 82 vaka ve aylık ortalama yatan hasta sayısı ise 6.83±1.95 saptandı. İlkbahar mevsimi aylık ortalama üst GİS kanamaya bağlı yatış oranı daha yüksek olmakla beraber kış mevsimi aylık ortalama yatış oranları ile kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0,257). Yaz ve sonbahar mevsimleri aylık ortalama yatış oranları arasında istatistiki olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0,253). Kış mevsimi aylık ortalama yatış oranı ile yaz mevsimi (p=0.308) ve sonbahar mevsimi (p=0.087) aylık ortalama yatış oranları arasında istatistiki olarak anlamlı fark saptanmadı. İlkbahar mevsimi aylık ortalama yatış oranları hem yaz (p=0.001) hem de sonbahar (p<0.0001) mevsimi aylık ortalama yatış oranlarından anlamlı olarak daha yüksek saptandı. Ramazan dönemi ile ramazan dışı aylık ortalama yatan hasta sayıları arasında
istatistiki olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.303).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizim çalışmamızda ramazan ayı ile üst GİS kanamaları arasında ilişki saptanamamıştır. Böylelikle, ramazan ayı ile ilgili olarak açlığın üst GİS kanamada predispozan bir faktör olmadığı, ortaya çıkan farklılığın ise mevsimsel olduğu düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Upper gastrointestinal bleeding is a clinical problem that causes severe, morbidity and mortality. The most common causes are duodonal ulcer, gastric ulcer and gastric erosions. It is known that frequencies of these lesions shows fluctuations according to the seasons. In this study, we investigated the relationship between the frequency of the upper gastrointestinal bleeding and both seasons and Ramadan.
METHODS: This retrospective study included 420 patients who admitted to emergency department with symptoms of upper gastrointestinal bleeding, hospitalized in Internal Medicine Clinic and diagnosed endoscopically to have upper gastrointestinal bleeding between 2005-2008. The patients were grouped according to months of hospitalization: 2005 (5 October-3 November), 2006 (24 September-23 October), 2007 (13 September-12 October) and 2008 (01 September-30 September).
RESULTS: Overall, 133 patients were hospitalized in spring (March-April-May), 112 patients in winter (December-January-February), 93 patients in summer (June-July-August) and 82 patients in autumn (September-October-November). The average number of patients per month hospitalized with upper gastrointestinal bleeding in spring and in winter, in summer and autumn, in winter and in summer, and in winter and in autumn were similar (p=0,257, p = 0,253, p=0,308, and p=0,087, respectively). The average number of patients per month hospitalized with upper gastrointestinal bleeding in spring was significantly higher than that both in summer and autumn (p=0,001 and p<0,0001, respectively). The average number of patients per month hospitalized with upper gastrointestinal bleeding the month Ramadan and non-Ramadan months were similar (p=0,303).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study showed that there was no relationship between upper gastrointestinal bleeding and the month Ramadan. The relationship between upper gastrointestinal bleeding and the month Ramadan might be related to seasonal changes.

2.
Tip 2 Diyabetik Mikroalbüminürik Hiperlipidemik Hastalarda Atorvastatin Tedavisinin IL-1β VE IL-10 Düzeylerine Etkisi
The Effect Of Atorvastatin Therapy On IL-1β And IL-10 In Type 2 Diabetic Microalbuminuric Hyperlipidemic Patients
Funda Türkmen, Ferhan Aytuğ, Gülbu Işıtmangil, İbrahim Berber, Emre Erişkon, Can Sevinç, Ali Özdemir
Sayfalar 52 - 56
GİRİŞ ve AMAÇ: Statinlerin dislipidemiyi düzeltici etkileri yanı sıra antiinflamatuar etkileri de bildirilmiştir. Bu çalışmada Tip 2 diyabetik mikroalbüminürik hiperlipidemik hastalarda atorvastatin tedavisinin IL-1β ve IL-10 sitokinleri üzerine etkisini araştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: En az 5 yıldır tip 2 diabetes mellitus (DM) tanısı olan insülin ve herhangi bir antilipidemik ajan kullanmayan, sadece oral antidiyabetik ve antihipertansif kullanan 25 hasta çalışmaya alındı. Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 56±6 (yaş aralığı: 41-68) idi. Hasta serumlarında IL-1β and IL-10 düzeyleri ELISA yöntemi ile atorvastatin (20 mg/gün) ve kan şekeri regülasyonu için insülin glargine 12 hafta süre ile kullanımından önce ve sonra olmak üzere iki kez ölçüldü.
BULGULAR: Hastaların serum IL-1β düzeyleri atorvastatin tedavisi sonrası; tedavi öncesi değerlere göre düşmekle birlikte istatistiksel anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Aksine antiienflamatuar sitokin olan IL-10 serum düzeylerinde atorvastatin tedavisi sonrasında önceye göre anlamlı düzeyde artış olduğu saptandı (p=0,032). Atorvastatin tedavisi sonrası mikroalbuminüride azalma istatistiksel olarak anlamlı bulunmadığı halde (p= 0,321); AKŞ, HbA1c, total ve LDL kolesterol ile trigliserid düzeyleri başlangıç değerleri ile karşılaştırıldığında; atorvastatin tedavisi sonrasında anlamlı bir düşme tespit edildi (p<0,001). Tedavi sonrası CPK ve HDL kolesterol düzeylerinde anlamlı artış saptandı (p=0,018 ve p=0,022). ALT, AST, ürik asit, GFR, CRP düzeyleri tedavi öncesi ve sonrası değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmad› (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Atorvastatin tedavisi ile antiinflamatuar bir sitokin olan IL-10 düzeyleri bazale göre artarken; inflamatuar bir sitokin olan IL-1β düzeyleri bazal değerlere göre değişmemiştir. İnflamasyondaki bu düzelmeye atorvastatin yanı sıra glargine insülinin AKŞ ve HbA1c gibi biyokimyasal parametrelerdeki iyileştirici etkisi de yardımcı olabilir. Atorvastatinin antiinşamatuar etkisini destekleyen bu bulgular daha geniş serilerde çalışılmalıdır.
INTRODUCTION: Statins have been reported to have both anti-lipidemic and anti-inflammatory effects. We aimed to investigate the effect of atorvastatin therapy on IL-1β and IL-10 cytokines in type 2 diabetic microalbuminuric hyperlipidemic patients.
METHODS: Twenty-five patients diagnosed Type 2 diabetes mellitus at least 5 years ago who have not been given insulin and antilipidemic therapy but administrated oral anti-diabetic and antihypertensive drug were included into this study. Mean age of these patients were 56±6 years (range: 41-68). IL-1β and IL-10 levels of the patient sera were measured with ELISA technique before and after atorvastatin (20mg/day) and insulin glargine therapy for 12 weeks.
RESULTS: Serum IL-1β levels of patients have decreased after atorvastatin therapy compared to basal level (p>0.05) but this is not statistically significant. On contrary; there is a significant increase in serum IL-10 levels after atorvastatin therapy compared with basal level (p=0,032). Microalbuminuria was decreased after atorvastatin therapy but this was not significant (p= 0.321) however fasting blood glucose, HbA1c, total and LDL cholesterol, triglyceride levels were significantly decreased comparing to basal levels (p<0,001). After therapy CPK and HDL cholesterol levels were significantly increased (p=0,018 and p=0,022) but ALT, AST, uric acid, GFR, CRP levels were not statistically different before and after therapy (p>0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Anti-inflammatory IL-10 levels have been increased compared to basal levels however inflammatory cytokine IL-1β levels have not changed after atorvastatin therapy. Atorvastatin and glargine insulin which regulates fasting glucose and HbA1c may both induce this anti-inflammatory effect. These results confirming the anti-inflammatory effect of atorvastatin in type 2diabetic microalbuminuric hyperlipidemic patientsshould be studied with larger series.

3.
Tiroid Nodüllü Hastalarda Tiroid Antikorlarının Değerlendirilmesi
The Role Of Thyroid Autoantibodies In The Development Of Thyroid Nodules
İlkay Kartal, Cumali Karatoprak, Kadir Kayataş, Abdulhamid Özdemir, Refik Demirtunç
Sayfalar 57 - 60
GİRİŞ ve AMAÇ: Tiroid nodülünün bütün dünyada en sık nedeni iyot yetersizliği olarak kabul edilmekle birlikte günümüzde hangi moleküler mekanizmanın tiroid folikülleri içerisinde sadece bazı folikül hücrelerinin büyümesini uyardığı bilinmemektedir. Çalışmamızda tiroid hastalığı ve ilaç kullanımı olmayan, yapılan tiroid ultrasonografi sonucu nodül bulunanlar ile nodül bulunmayanlarda tiroid antikorları oranlarına bakmak ve tiroid antikorlarının tiroid nodül gelişimindeki rolünü araştırmak istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi iç hastalıkları ve endokrinoloji polikliniıine başvuran ve dosyasında bir nedenle tiroid ultrasonografisi(usg), tiroid fonksiyon testleri ve otoantikorları bakılmış hastalardan, 30 yaşını geçmiş, herhangi bir hastalığı ve ilaç kullanı mı olmayan hastalar çalışmaya alındı.
BULGULAR: Tiroid antikorları ile nodül varlığı arasındaki ilişkiye bakıldığında nodülü olan hastaların 18’inde anti TPO normal, 4’ünde yüksek, kontrol grubunda ise 22 kişide normal 4 kişide yüksek saptanmıştır(p=0,79). Anti TG bakıldığında nodülü olanlardan 20 hastada normal, 3 hastada yüksek, kontrol grubunda 23 kişide normal, 2 kişide yüksek bulunmuştur(p=0,56).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaptığımız çalışmada tiroid nodule ile tiroid otoantikorı arasında veya tiroid nodülü ile tiroid fonksiyon testleri arasında ilişki bulunmamıştır.
INTRODUCTION: Although it is admitted that all the world’s most common cause of goiter is iodine deficiency, today which molecular mechanism stimulate growth of only some of the follicle cells in the thyroid follicles is not known. We want to investigate the relationship between the individuals that have thyroid nodule as a result of ultrasound assessment and that do not have thyroid nodule who do not use any drug or have any thyroid disease, and to investigate the role of thyroid autoantibodies in the development of nodules.
METHODS: Patients without any disease and drug use over 30 years of age whose thyroid ultrasonography (ultrasound), thyroid function tests and autoantibodies were checked for any reason in Haydarpasa Numune Training and Research Hospital, internal medicine and endocrinology clinic were included in the study.
RESULTS: Regarding the relationship between the presence of thyroid nodules and antibodies, anti- TPO in 18 patients with nodules were normal and high in 4 patients, in the control group 22 normal and 4 high subjects (p = 0,79). Anti-TG in 20 patients with nodules were normal and high in 3 patients, in the control group 23 normal and 2 high subjects (p = 0,56).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study we didn’t find a relationship between neither thyroid nodule with thyroid autoantibodies or thyroid nodule with thyroid function tests.

4.
Nazal Obstrüksiyon Cerrahisinin, Preoperatif ve Postoperatif Dönemde uygulanan SCL-90 R Belirti Tarama Testi ve Subjektif Burun Tıkanıklığı Bulgularıyla Uyumunun Değerlendirilmesi
The Evaluation Of Nasal Obstruction Surgery With The Adjustment Between Symptom CheckList-90 Revised Which Applied In Preoperative And Postoperative Period And Subjective Nasal Obstruction Findings
Lütfü Şeneldir, Muhsin Koten
Sayfalar 61 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Burun tıkanıklığı nedeniyle ameliyat edilen hastalarda, ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası dönemde hastanın ifade ettiıi burun tıkanıklığı şikayetiyle, doktorun saptadığı burun tıkanıklığı bulgularının uyumunu incelemek ve burun tıkanıklığının oluşturabileceği olası psikososyal değişiklikleri, gösterebilmek amacıyla bu çalışmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Ağustos 2007 ile Eylül 2008 tarihleri aras›nda burun tıkanıklığı şikayetiyle başvurup cerrahi uygulanan 55 hasta ve hiçbir şikayeti olmayan, nazal muayenesinde patoloji saptanmayan, olgulara benzer yaş, cinsiyet ve sosyokültürel durumda, 20 kişilik kontrol grubu oluşturularak yapıldı. Hastaların ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası dönemde burun tıkanıklığı hasta ve doktor analog skalaları ile derecelendirildi. Hastaların psikososyal olumsuzlukları ve psikolojik semptom dağılımını gösterebilmek için Belirti tarama testi (SCL 90-R) kullanıldı.
BULGULAR: Hasta ve doktor analog skalaları arasında hem ameliyat öncesi hemde ameliyat sonrası dönemde istatistiksel olarak anlamlı korelasyon izlendi. Ameliyat sonrası hasta grubunda, ameliyat öncesi hasta grubuna göre, SCL-90 R testi alt gruplarından, somatizasyon, ek skala (uyku) ve genel semptom düzeyi skorlarında anlamlı ölçüde azalma saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Analog skalalar, hastanın burun tıkanıklığının derecesini belirlemede yararlı yöntemlerdir. Burun tıkanıklığı ve bunun olumsuz sonuçları hastalarda somatizasyon ve uyku bozukluklarına sebep olabilmektedir. Nazal obstrüksiyon cerrahisi ile psikososyal semptom şiddetinde azalma olabilmektedir.
INTRODUCTION: In this study, the patients who had nasal surgery due to nasal obstructions, were evaluated. The correlation between the analogue scales which were filled by physicans and patients, was investigated in preoperative and postoperative period. We also plan to show the probable psychological changes caused by nasal obstruction before and after surgery.
METHODS: Fifty five patients who had nasal surgery for the complaints of nasal obstruction between August 2007 and september 2008 were accepted in this study. Twenty subjects who had no complaints with normal rhinoscopic examination and similar age, gender and sociocultural properties were into the study as a control group. Nasal obstructions were degreed with analogue scales. To show the probable psychological changes caused by nasal obstruction before and after surgery, we use an interview, form; symptom check list-90 revised.
RESULTS: A statistically meaningful correlation were found among physicans’ and patients’ analogue scales in preoperative and postoperative periods. A meaningful decrease has determined, in the scores of some subscales of Symptom check list-90 revised like general symptom index, sleep difficulties and somatization, in the postoperative period comparing preoperative period in the patients group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The analogue scales are useful methods to decide the degree of nasal obstruction. Nasal obstruction and its negative results can cause somatization and sleep disorders. The surgery performed for the nasal obstruction reduces the psychsocial symptom levels of patients after surgery.

5.
Son Altı Yılda Acil Jinekolojik Cerrahi Uyguladığımız Vakaların Retrospektif İncelenmesi
The Itemization Of Our Gynecologic emergency Surgeries İn Last 6 Years
Nurettin Aka, Sema Etiz Sayharman, Gültekin Köse, E. Can Tüfekci, Melis Koçer
Sayfalar 69 - 73
GİRİŞ ve AMAÇ: Servisimize yatırılan ve acil jinekoljik cerrahi uygulanan hastaların tanı yöntemleri, tanıları ve uygulanan operasyon dağılımları; tanının erken dönemde konulması halinde konservatif yaklaşımın mümkün olup olmayacağı araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak 2005 ve 31 Aralık 2010 tarihleri arasında acil koşullarda opere edilen 457 olgu tanı, tanı yöntemleri ve uygulanan operasyonlar açısından retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Olguların tanılara göre dağılımı: Ektopik gebelik 237 (%51.3), over kist torsiyonu 72 (%15.4), over kist rüptürü 65 (%14.1), tubaovaryen abse 79 (%17.1), endometrioma 7 (%1.4), perfore apendisit 4 (%0.7). Üç olguda çift tanı olduğu için toplam sayı 461 olarak saptandı.Yapılan operasyonların dağılımı ise: Salpinjektomi 165 (%37.6), salpingooferektomi 76 (%17.4), lineer salpingotomi 36 (%8.2), primer over onarımı 27 (%6.1), over kistektomi 54 (%12.3), over wedge rezeksiyonu 30 (%6.9), ooferektomi 14 (%3.2), laparoskopik salpinjektomi 18 (%4.1) laparoskopik salpingoooferektomi 1 (%0.2), diagnostik laparoskopi 3 (% 0.6), abse drenajı 15 (%3.4) olarak saptandı.Tanı yöntemi olarak en çok ultrasonografi, betaHCG, hemogram ve doppler ultrasonografinin kullanıldığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Acil jinekolojik cerrahi uygulanan hastalarda erken dönemde tanı konulabilmesi halinde daha konservatif yaklaşımların mümkün olabileceği kanısına varıldı.
INTRODUCTION: Our aim was to investigate the diagnostic procedures, diagnosis and the distribution of the surgical techniques of gynecologic emergeny cases who were hospitalized in our clinic and to investigate whether conservative treatments were avaliable in case of early diagnosis.
METHODS: Totally 457 cases of gynecologic emergency surgeries were analysed retrospectively according to the diagnostic procedures, diagnosis and the surgical techniques between January 1, 2005 and December 31, 2010.
RESULTS: The distribution of the cases were as follows; 237 cases of ectopic pregnancy (51.3%), 72 cases of ovarian cyst torsion(15.4), 65 cases of ovarian cyst rupture(14.1%), 79 cases of tuboovarian abcess(17.1%), 7 cases of endometrioma (1.4%) and 4 cases of perforated appendicitis (0.7%). The distribution of surgical techniques were as follows; 165 cases of salpingectomy (37.6%), 76 cases of salpingooopherectomy (17.4%), 36 cases of lineer salpingotomy (8.2%), 27 cases of primary ovarian repair (6.1%), 54 cases of ovarian cystectomy (12.3%), 30 cases of ovarian wedge resection (6.9%), 14 cases of oopherectomy(3.2%), 18 cases of laparascopic salpingectomy(4.1%), 1 case of laparascopic salphingoopherectomy (0.2%), 3 cases of diagnostic laparoscopy (0.6%) and 15 cases of abcess drainage(3.4%). The most common used diagnostic procedures were ultrasound imaging, beta hCG, complete blood count (CBC) and doppler ultrasound imaging.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The conservative treatments can also be avaliable if early diagnosis could be made in gynecologic emergency surgeries.

6.
Tıpta Uzmanlık Öğrencilerinin Eğitimde Temel Yaşam Desteği Uygulamalarının Etkinliği
The Effectiveness Of Basic Life Support Applications In Education Of Medical Students
Serhan Yurtlu, Volkan Hancı, Hilal Ayoğlu, Özcan Pişkin, Cafer Altaş, Dilek Okyay, Işıl Özkoçak Turan
Sayfalar 74 - 80
GİRİŞ ve AMAÇ: KPR uygulamalarına ilişkin klavuzlar her beş yılda bir defa olmak üzere uluslararası Resüsitasyon dernekleri tarafından gözden geçirilerek güncellenmekte ve sürekli eğitimin önemi vurgulanmaktadır. Bu çalışmada değişik branşlardaki tıpta uzmanlık öğrencilerinin maket simülasyon modelinde kardiyopulmoner resüsitasyona yönelik bilgi ve beceri düzeylerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Anestezi, dahiliye ve genel cerrahi branşlarından 8’er asistandan kardiyopulmoner resüsitasyonun temel yaşam desteği uygulamalarını gerçekleştirmeleri istendi ve pratik beceri düzeyleri 100 puanlı ölçek ile değerlendirildi. Aynı asistanlara ileri yaşam desteği konusunda teorik bir sınav uygulandı. Sonuçlar KPR eğitiminden itibaren geçen süre, asistanlıktaki eğitim süresi, uzmanlık eğitim alanı, yaş, cinsiyet, KPR uygulamalarına katılım sayısı faktörleri ile analiz edilerek değerlendirildi.
BULGULAR: Tüm asistanların temel yaşam desteğine ilişkin pratik beceri ve ileri yaşam desteğine ilişkin teorik notları düşüktü. Anestezi asistanlarının dahiliye asistanlarına göre pratik, cerrahi asistanlarına göre ise hem pratik hem teorik notlarının istatistiksel olarak anlamlı ölçüde daha yüksek olduğu bulundu (p< 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anestezi asistanlarının sürekli KPR uygulamalarına katılmasının yüksek bilgi-beceri düzeyi elde edilmesini sağladığı ve diğer branş çalışanlarının da KPR uygulamalarına sık katılmalarının KPR beceri düzeyinin artmasına katkıda bulunacağı kanısına varıldı.
INTRODUCTION: Guidelines regarding CPR practises are updated every 5 year by international resuscitation assemblies after reviewing and role of continuous education is emphasized. In this study, we aimed to evaluate skill and knowledge levles of residents on cardiopulmoner resuscitation at a manikin model.
METHODS: Twenty four residents from anesthesia, general surgery and internal medicine departments were asked to practise basic life support maneuvers on a manikin and their skill levels were evaluated with a 100 point scale. Same residents had a theorotical aexamination about advanced life support. Effects of age, sex, duration of residency and time elapsed from education, specialism, number of participated CPR applications on those skills were assessed.
RESULTS: All of the residents’s practical skills regarding basic life support and theoretical scores about advanced life support were low. Anesthesia residents had higher practical scores than internal medicine residents and their both practical and theoretical notes were found to be significantly higher than general surgery residents (p<0.05)
DISCUSSION AND CONCLUSION: We are in the opinion that continous participation of anesthesia residents to CPR practises has enabled them to obtain higher knowledge-skill levels and if other department workers would participate in CPR applications it would have contribute to increase in their CPR skill levels.

OLGU SUNUMU
7.
Önemini Koruyan Bir Halk Sağlığı Sorunu: Nütrisyonel Rikets
Still Important Problem In Public Healt: Nutritional Rickets
Duygu Sömen Bayoğlu, Selçuk Gürel, Çağatay Nuhoğlu, Nevzat Aykut Bayrak, Muharrem Bostancı, Esra Bayrak
Sayfalar 81 - 84
Gelişmiş ülkelerde neredeyse artık hiç görülmeyen nütrisyonel rikets Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde hala önemini korumaktadır. Son yıllarda nütrisyonel riketsin önlenmesinde D vitamini profilaksisinin önemi anlaşılmıştır ve birçok ülkede uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de de 2006 yılından itibaren koruyucu hekimlik kapsamında 0-1 yaş arası tüm hastalara ücretsiz D vitamini verilmektedir. Bu durum şüphesiz nütrisyonel riketsin sıklığını ve şiddetini azaltmıştır. Ancak kırsal kesim ve kentsel gecekondu bölgelerinde hala bir halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir. Bu yazımızda 2,5 yaşında bacaklarda eğrilik ve yürüme bozukluğu şikâyeti ile polikliniğimize başvuran ve nütrisyonel rikets tanısı alan bir olgu sunulmaktadır.
Nutritional rickets is no longer seen in developed countries however, in developing countries as Turkey it’s an important public health disease. In recent years, the importance of vitamin D prophylaxis has been awared by pediatric clinicians; therefore it has been performed in many countries. In Turkey vitamin D prophylaxis has been used for children between 0-1 years since 2006. Because of this application, the incidence of nutritional rickets was definitely reduced; however nutritional rickets is still an important health problem especially in rural and slum areas. We reported that two and a half year old girl with curved leg and gait disturbance was admitted to our clinic and diagnosed with nutritional rickets.

8.
Lenfadenit Ayırıcı Tanısında Anımsanmayabilen Bir Hastalık: Tularemi
Tularemia Elusive Etiology In Differantial Diagnosis Of Cervical Lymphadenitis
Duygu Sömen Bayoğlu, Can Aydın, Veysel Bayoğlu, Çağatay Nuhoğlu, Barış Avşar, Hakan Çankaya
Sayfalar 85 - 87
Tularemi, F. tularensis’in yol açtığı, çeşitli klinik formları olan zoonotik bir hastalıktır. Tulareminin özellikle orofaringeal formu üst solunum yolu infeksiyonu belirtileri ve bulgularıyla karışmakta, ayırıcı tanıda tularemi düşünülmezse tanı ve tedavi süreci uzamaktadır. Bu yazımızda yaklaşık 2 aydır olan boyunda şişlik, ağrı şikâyetleriyle bize başvuran ve tularemi tanısı alan bir olgu sunulmaktadır. Olgumuzda lenf nodlarında abse formasyonu gelişmiş ve 2 kez drene edilmiştir. Sonuç olarak özellikle baş ve boyun bölgesindeki lenfadenit ayırıcı tanısında tularemi de gözönünde bulundurulursa tularemi hastalarının tanı ve tedavisinde gecikilmeyeceği ve abse formasyonunun önlenebileceği kanısına varılmıştır.
Tularemia is a zoonotic disease that has different clinical manifestations, caused by Francisella tularensis. Oropharyngeal type is usually presented with upper respiratory tract symptoms. So that if not considered in differential diagnosis, treatment of tularemia is prolonged. In this case, we reported that, child with lymphadenopathy in neck for two months has been diagnosed with tularemia. The lymphadenopathy became abcess formation and was drained two times. We concluded that, for the differential diagnosis of lymphadenopathy in neck and head region, tularemia should be considered so it’s possible to treat earlier and to prevent abcess formation.

9.
Diabetes Mellitus Varlığında Gelişen Yaygın El Enfeksiyonları: Olgu Sunumları
Extensive Hand Infections in Patients with Diabetes Mellitus
N. Sinem Çiloğlu, Güray Yeşiladalı, Mustafa Tercan
Sayfalar 88 - 92
El enfeksiyonları el cerrahisi kliniıine başvuran hastaların önemli bir bölümünü oluşturur. Uygun zamanda tanı konulup tedavi edilmezse kısa sürede yayılıp kalıcı hasarla sonuçlanabilir. Efllik eden hastalıklar enfeksiyonun daha yaygın hale gelmesine ve komplikasyon oranının artmasına sebep olurlar. Yara iyileşmesinin her evresini bozan Diabetes Mellitus varlığı bu enfeksiyonların seyrini hızlandırır, tedaviyi kısıtlar ve iyileşme sürecini uzatır. Kliniğimizde tedavi edilen 3 diyabetik, yaygın el enfeksiyonu olgusu literatür gözden geçirilerek tartışılmıştır.
A substantial number of patients admitted to hand surgery clinics suffer from hand infections. These infections can spread and may end up, with permenant damage if they are not diagnosed and treated properly. The existence of comorbidities allow them to spread and increase the risk of complications. Diabetes Mellitus impairing every stage of wound healing, increases clinical symptoms, restrains appropriate management and impede normal healing process of hand infections. Three cases with diabetic, extensive hand infection have been discussed with the literature review.

LookUs & Online Makale