ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 51 (3)
Cilt: 51  Sayı: 3 - 2011
ARAŞTIRMA MAKALESI
1. 
Beş Yıllık Perkütan Böbrek Biopsilerimizin Klinikopatolojik Açıdan Değerlendirilmesi
Clinicopathological Evaluation of Our Renal Biopsies In The Last Five Years
Alper Bayrak, Toluy Özgümüş, Müjdat Kahraman, Funda Türkmen, Emre Erişkon, Gülistan Gümrükcü, Can Sevinç, Ali Özdemir
Sayfalar 94 - 99
GİRİŞ ve AMAÇ: Böbrek biyopsileri renal parankimal hastalı kların tanısının konmasında altın standart olarak kullanılan bir yöntemdir. Hastalığın prognozunun belirlenmesinde ve doğru tedavinin seçimi için gereklidir. Bu çalışmada böbrek biyopsisi sonuçları mızın klinikopatolojik açıdan değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda 2004-2009 yılları arasında 2. ve 5. dahiliye kliniklerinde yapı lmış olan 140 adet nativ böbrek biyopsileri retrospektrif olarak değerlendirilmiştir. Biyopsiler USG eşliğinde otomatik biyopsi iğneleri kullanılarak yapılmıştır. Işık mikroskop inceleme için hematoksilen eozin (HE), periodic-acid-schiff (PAS), periodic-acid-silver-metanamin (PAS-M), Mason trikrom, kristal viole ve Kongo kırmızısı boyaları kullanılmış, immün şoresan inceleme için IgA, IgG, IgM, C3 ve fibrinojen antikorları ile direk immün şoresan yöntemle boyanmıştır.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 43.2±17.1 olup, 81’i (%58.7) erkek,57’si (%41.3) kadındı. Tanı konulan biyopsilerde glomerül sayıları 2 ile 37 arasında değişmekte olup ortalama glomerül sayısı 15.3±7.5 olarak bulundu. Yeterli materyal oranı %70 (98/140) olarak saptandı. 104(%75.4) biyopside immünşoresan çalışma yapıldı. Biyopsi endikasyonları arasında en sık olanı 85(%60.7) hastada nefrotik sendromdu. Biyopsiler arasında en sık karşılaşılan tanı Fokal segmental glomeroloskleroz (FSGS)(n=29, %21) olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda biyopsi tanıları arasında en sık FSGS ikinci sıklıkta amiloidoz gelmekteydi. Yapılan çeşitli çalışmalarda en sık biyopsi tanı sı olarak IgA nefropatisi olarak raporlanmasına rağmen bizim çalışmamızda %5.8 ile düşük bir oranda saptandı. Ayrıca FSGS tanısı alan biyopsiler incelendiğinde bir kısmının benign nefroskleroz olarak değerlendirilebileceği kanısına varılmış olup FSGS tanısı konulurken, sekonder FSGS ‘lerin mutlaka titiz bir klinikopatolojik değerlendirme ile ayırt edilmesi tedavi ve prognoz açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz.

2. 
Bir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Dişardan Satın Alınan Hizmetlerin Genel Memnuniyet Düzeyi
The General Level of Satisfaction With Outsourced Services In a Training and Research Hospital
Aslı Ekin, Aygül Yanık, Mithat Kıyak
Sayfalar 100 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma; istanbul’da bir eğitim ve araştırma hastanesinde, personelin dışardan satın alınan hizmetleri tercih ve tercih etmeme nedenleri ile bu hizmetlerden genel memnuniyet düzeyini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Hastanede tıbbi olmayan hizmetler olarak; özel güvenlik hizmetleri, malzemeli yemek (beslenme) hizmetleri, bilgi işlem hizmetleri, malzemeli genel temizlik hizmetleri, teknik bakım onarım hizmetleri ve tıbbi hizmet olarak; bilgisayarlı tomografi hizmetleri dışardan satın alınmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmada yüzyüze görüşme ve çalışmacılar tarafından hazırlanan anket yöntemi uygulanmıştır. Ankette beşli Likert ölçeği kullanılmıştır.
BULGULAR: Anketin değerlendirilmesinde soruların yanıtlandırılma ağırlıklarını belirlemek için SPSS 11,5 paket istatistik programı kullanı lmıştır. Araştırma kapsamına; kadrolu personelden tesadüfü örnekleme yöntemiyle belirlenen 300 kişi örneklem olarak alınmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanede çalışan taşeron şirket personeli ile yardımcı hizmetliler kapsam dışında bırakılmıştır. Araştırma tanımlayıcı niteliktedir. Araştırma sonuçlarına göre; genel olarak hastane personelinin dış kaynaklardan yararlanma (DKY) konusunda olumlu bir bakış açısına sahip oldukları belirlenmiştir. DKY yöntemini tercih etme nedenlerinin başında hizmetin sürekliliğini sağlamak (%67.9), tercih etmeme nedenlerinin başında ise personelin işsiz kalma kaygısı taşıyabileceği (%53.6) yer almaktadı r. Personelin DKY yöntemiyle sağlanan hizmetlerden (genel temizlik %51.5, yemek %62.2 ) önemli oranda memnun olmadıkları bulunmuştur. DKY yöntemiyle sağlanan hizmetlerin bulguları literatür ile uyumlu olmakla birlikte, kurumları n DKY ve yararlanmama nedenlerinde önceliklerin farklı olabileceği, personelin hizmetlerden memnuniyet düzeylerinin değişebileceği belirlenmiştir. DKY uygulamasının olumlu katkılarda bulunabileceği görülmektedir.

3. 
İntermittan Ekzotropyada Horizontal Şaşılık Cerrahi Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Results Of The Horizontal Strabismus Surgery In Intermittent Exotropia
Deniz Yıldız, Baran Gencer, Nazan Erda
Sayfalar 109 - 119
GİRİŞ ve AMAÇ: İntermittan ekzotropya (X(T))’nın cerrahi tedavisinde çeşitli yöntemler ileri sürülmüş ve bu yöntemlerin başarı ve nüks oranları ile ilgili farklı sonuçlar bildirilmiştir. Biz bu çalışmamızda X(T)’li olgularımızın horizantal şaşılık cerrahi sonuçlarını ve nüks oranlarını değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 17 yıllık kayıtlarımızdan çalışma kriterlerine uyan 70 X(T)’li olgu çalışmaya alındı. Olgular 1 saatlik diagnostik kapama testi (DKT) sonucunda uzak ve yakın deviasyonlar arasında 10 prizm dioptri (PD) fark esas alınarak temel tip, diverjans fazlalığı, konverjans yetmezliği ve pdödodiverjans fazlalığı olmak üzere 4 grupta değerlendirildi. Tüm hastalar klinik özelliklerine göre iki cerrah tarafından opere edildi. Olgular ortalama 31,4±25,6 ay süre ile takip edildi.
BULGULAR: 1 saatlik DKT sonucunda psödodiverjans fazlalığı olarak görülen 1 olgu temel X(T)’ye dönüştü ve olguların subgruplara göre dağılımı sonucunda 38’i temel X(T), 13’ü konverjans yetmezliğ i, 19’u diverjans fazlalığı olarak tespit edildi. 38 temel X(T)’li olgudan 29’una bilateral MR kısaltma, 4’üne geriletme-kısaltma, 1’ine tek LR geriletme, 4’üne tek MR kısaltma operasyonu uygulandı. 13 konverjans yetmezliği X(T) subgrubundaki olgunun 11’ine bilateral MR kısaltma, 1’ine geriletme- kısaltma, 1’ine tek MR kısaltma, 19 diverjans fazlalığı X(T) subgrubundaki olgunun 12’sine bilateral LR geriletme, 7’sine tek LR geriletme cerrahisi uygulandı. Olguların tümünde, postoperatif uzakta ve yakında kayma miktarları nın preoperatif kayma miktarları ile kıyaslandığı nda azalmanın istatiksel olarak anlamlı olduğ u gözlendi. Tüm X(T) subgruplarında da azalma istatiksel olarak anlamlı idi. Olgularımızın postoperatif takibi sonucunda 20 (% 28,6) olguda nüks saptandı. 6 (%8,6) olgudan 1’i konsekütif ezotropya, 5’i rezidü ekzotropya nedeniyle reopere edildi. Olgularda hiçbirine 3. kez operasyon uygulanmadı. Reopere olan olgularda başarı oranları uzak ve yakında %83,3 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Biz bu çalışmanın sonucunda diagnostik kapama testi ile doğru X(T) subgrubunun ve maksimal kayma açısının tesbiti ile, uygun cerrahi teknik uygulanması sonucunda X(T) tedavisinde başarılı sonuçlar alınacağını düşünmekteyiz.

4. 
Transrektal Ultrason (Trus) Eşliğinde Prostat Biyopsisinde Ideal Ağrı Kontrolü Nasıl Sağlanır?: Topikal Ve Infiltratif Anesteziyle Analjezik Kombinasyonlarının Karşılaştırmalı Sonuçları
How To Obtain Ideal Pain Control During Transrectal Ultrasound (Trus) Guided Prostate Biopsy?: Comparative Results Of Topical And Infiltrative Anesthetics Combined With Analgesics
Fikret Fatih Önol, Cem İpek, Uğur Boylu, Eyüp Veli Küçük, Fettah Tosun, Eyüp Gümüş
Sayfalar 120 - 125
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat biyopsisi sırasında farklı anestezi ve analjezi kombinasyonlarının ağrı kontrolü üzerine etkisini karşılaştırmak, hasta konforunu arttırıp biyopsi örnekleme kalitesini yükseltecek minimal invazif bir anestezi protokolü geliştirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Şubat 2008-Haziran 2009 arasında PSA düzeyi >2,5 ng/ml ve/veya parmakla rektal inceleme bulgusu nedeniyle TRUS eşliğinde standart 10 kadran prostat biyopsisi yapılan hastalar çalışmaya alındı. Hastalar, intrarektal topikal %2’lik lidokainli jel + Petidin 100mg i.m (Grup 1, n: 25), topikal %2’lik lidokainli jel + Lornoksikam 8mg i.m (Grup 2, n: 21), topikal %2’lik lidokainli jel + Midazolam 3mg i.m (Grup 3, n: 20) ve %2 prilokain ile apikal infiltratif anestezi + Petidin 100mg (Grup 4, n: 28), %2 prilokain + Lornoksikam 8mg i.m (Grup 5, n: 54), %2 prilokain + Midazolam 3mg i.m. (Grup 6, n: 45) olacak şekilde 6 gruba ayrıldı. Ağrı şiddeti, 0 (hiç ağrı hissetmemesi) ila 10 (hayatında duydukları en şiddetli ağrı) arasında değişen 10 ölçekli VAS (vizüel analog skala) ile değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 193 hasta için yaş ortalaması 64,7± 8,7 idi. Gruplar arasında yaş, serum PSA değerleri, prostat hacimleri için anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Lokal anestezi + larnoksikam uygulamasının (Grup 5) en yüksek, topikal anestezi ve midazolam kombinasyonun (Grup 3) en düşük ağrı kontrolü sağladığı saptandı. Lokal anestezi ile kombinasyon kullanı mının (grup 4,5,6), topikal anestezi ile kombinasyon tedavilerine (grup 1,2,3) göre daha düşük VAS skorları sağladığı bulundu. Topikal lidokain grubuna Petidin eklenmesi, lokal prilokain gruplarıyla benzer etkinlik gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Prostat biyopsisinde ağrı kontrolünde topikal lidokain + Petidin kombinasyonu, en az lokal infiltratif anestezi kadar etkili yöntemdir.

5. 
Ağrı İlindeki Antenatal Hepatit B Virüs Seroprevalansı
Antenatal Hepatitis B Seroprevalence In Agrı City
Mustafa Kara, Ercan Yılmaz, Emel Kıyak Çağlayan
Sayfalar 126 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatit B enfeksiyonu akut, fulminan ve kronik hepatit; karaciğer sirozu ve sonunda hepatoselüler kansere neden olduğu için dünya genelinde yaygın ve önemli bir sağlık sorunudur. Hepatit B Virus (HBV) enfeksiyonu vertikal geçiş nedeniyle gebelerde de önemli bir sağlık sorunudur. Bu çalışmamızda kliniğimize başvuran gebelerde antenatal dönemdeki Hepatit B Yüzey Antijeni (HBsAg) pozitişiğini ve bunun sosyodemografik faktörlerle olan ilişkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 2009 yılı Ocak-Temmuz ayları arasında kliniğimize başvuran 15-44 yaşları arasındaki toplam 140 gebe hasta katıldı. Gebeler sosyodemografik özelliklerine (doğum yeri, sağlık güvencesi, meslek, önceki cerrahi vs.) göre sınışandı.
BULGULAR: HBsAg (Hepatit B Yüzey Antijeni) pozitifliği yalnızca 9 hastada (% 6.4) ve antiHBs antikoru pozitişiği 20 hastada (% 14.2) saptandı. Bu 9 hastanın tümünde Anti-HBs antikoru negatifti ve HBV aşısı uygulanmamıştı. Daha önce sezaryen öyküsü olanlarda öncesinde sezaryen öyküsü olmayanlardan istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek HBsAg pozitişiği bulundu (sırasıyla, % 15.3’e karşı % 5.5, p< 0.05). Sezaryen dışında herhangi bir operasyon geçiren gebeler opere olmamış hastalara göre anlamlı derecede daha yüksek HBsAg’e sahipti (sırasıyla, % 12.9’a karşın % 4.5, p< 0.05). AntiHBs antikor pozitişiği sağlık çalışanı gebelerde % 62.5, diğer işlerde çalışan gebelerde ise % 11.3 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HBs Ag pozitifliği daha önce yapılan çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu bulunmuştur. HBsAg pozitişiği önceden sezaryen ve/veya başka bir cerrahi işlem geçiren hastalarda daha yüksek bulunmuştur. Ancak, virusun diğer bulaşma yolları da göz önünde bulundurulmalıdır.

6. 
Romatoid Artritli Hastalarda Aortik Sertleşme
Aortic Stifness In Patients With Rheumatoid Arthritis
Seval Masatlıoğlu, Semiha Ayaydın, Refik Demirtunç, Güven Yılmaz, Nilcihan Yolcu, Kadir Kayataş, Dursun Duman
Sayfalar 131 - 137
GİRİŞ ve AMAÇ: Romatoid Artirit (RA) de mortalitenin en önemli sebebi kardiyovasküler sistem (KVS) tutulumudur. Aortun mekanik özelliklerinin invaziv olmayan yöntemlerle değerlendirilmesi aterosklerozun erken tanısında oldukça yararlıdır. Bu çalışmada; ateroskleroz gelişimine yol açabilecek başka hastalığı ve risk faktörleri olmayan RA’lı hastalarda aortun elastisite parametreleri ile hastalığın aktivite ölçümleri arasında etkileşim olup olmadığı araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 46 RA’li hasta ve 20 sağlıklı birey alındı. Hastaların hastalık süresi, DAS-28 skorları, eritrosit sedimentasyon hızı (ESH), Creaktif proteinleri (CRP) ve lipid düzeyleri kaydedildi. Ekokardiyografik değerlendirme ile aortun elastik parametreleri hesaplandı ve gruplar arası nda karşılaştırma yapıldı. RA’lı hastaların aktivite ölçümleri ile aortun elastik parametreleri arasındaki ilişki araştırıldı.
BULGULAR: RA’lı hastaların aortik strain ve distensibilite düzeyi; kontrol grubuna göre daha düşük bulundu (p<0.002). Aortik strain ile ESH arasında istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı bir ilişki saptanmıştır (p<0.01). Distensibilite ile DAS28 ve ESH arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ekokardiyografi ile noninvaziv metod olarak ölçülen aortik elastisite parametreleri hastalığı n erken döneminde kardiyovasküler riski tahmin etmede faydalı olabilir.

OLGU SUNUMU
7. 
Radyoterapiye Bağlı Gelişen İleum Perforasyonu
Ileum Perforation After Radiotherapy ( Case Report )
Bülent Kaya, Umut Kerimoğlu, Cengiz Eriş, Hüseyin Bilge, M. Kamil Yıldız, Rıza Kutanış
Sayfalar 131 - 141
Pelvik radyoterapi, birçok malignite tedavisinde sıklıkla uygulanmaktadır. Radyoterapinin erken ve geç dönemde gastrointestinal sistem üzerinde etkileri iyi bilinmektedir. Erken dönemde meydana gelen enterit çoğu zaman konservatif yöntemler ile tedavi edilir. Geç dönemde görülen barsak yapışıklıkları, obstrüksiyon, perforasyon ve fistül oluşumu gibi kompikasyonlar cerrahi müdahale gerektirir. Radyoterapiye bağlı barsak perforasyonu nadirdir. Akut peritonit bulguları geç dönemde ortaya çıkar ve tanı zorluklarına sebep olur. Hastane yatışı sonrası akut batın bulguları gelişen ve radyoterapiye bağlı ince barsak perforasyonu nedeni ile opere ettiğimiz hastayı sunuyoruz.

8. 
Sekonder Osteoporos Tanısı Atlanıyor Mu?
The Sequel of Osteoporosis is Skipping?
Cumali Karatoprak, Kadir Kayataş, Refik Demirtunç, Hanifi Kılızaslan, Servet Yolbaş, Müjgan Balta, Seyit Uyar
Sayfalar 142 - 145
Osteoporoz; kemik kitlesinde azalmaya bağlı olarak, kemiğin zayışaması, özellikle vertebra, kalça ve el bileğinde kırık riskinde artışa yol açan bir iskelet sistemi hastalığıdır. Osteoporoz tanısı sıklıkla postmenopozal veya senil osteoporoza indirgenmiş olup, kemik mineral yoğunluğu (KMY) düşük olan hastalar primer osteoporoz tanısı ile tedavi edilmektedir. Bu durum sekonder osteoporoz nedenlerinin atlanmasına veya tanısının konulmasında gecikmelere neden olmaktadı r. Altı ay önce bel ağrısı şikayetiyle özel bir hastaneye başvuran, yapılan Dual Enerji X-ray Absorpsiyometre (DEXA) ölçümü sonrası osteoporoz tanısı konularak bifosfonat başlanan ancak iç hastalıkları kliniğimizde multipl miyelom tanı sı konulan bir olguyu sunmak istedik.

9. 
Trauma Sonrası Konvülziyonla Prezente Olan Sturge-Weber Sendromu
Sturge Weber Syndrome Presented With Post Traumatic Convulsion
Zehra Esra Önal, Tamay Özkozacı, Abdülkadir Tekin, Çağatay Nuhoğlu
Sayfalar 146 - 148
Sturge Weber sendromu, yüzde porto şarabı rengi leke, glokom ve koroidal hemangioma gibi göz anomalileri ve leptomeningial anjioma ile karakterize sporadik, nörokutanöz bir hastalıktır. Klinik belirtiler, hafif inkomplet formdan leke, nöbetler, mental retardasyon ve glokom gibi tüm belirtilerin olduğu komplet forma kadar değişkenlik gösterebilir. Yüzün üst yarısında, porto şarabı rengi leke ile doğmuş çocuklar beyin tutulumu açısından yüksek risk altındadır. Bu çocuklarda, nöbet ve diğer nörolojik tutulumların gelişme sıklığı yüksektir. Bu olguda, 8 aylık kız bebek kliniğimize travma sonrası kusma, konvülziyon semptomları ile getirildi. Çocuğun yüzünün üst yarısında, şarap rengi nevus mevcuttu. Beyin MR ı leptomeningial anjiomatozis ve cerebral atrofi ile uyumlu olup hastalığı destekliyordu. Yaşamı n ilk bir yılında nöroljik gelişim normal bile olsa, Sturge Weber Sendromlu infant ve küçük çocukları n erken tanınması gereklidir çünkü fokal nöbetler ve lokal hipoksinin yol açtığı serebral atrofi, ilerde gelişecek mental retardasyon, öğrenme ve davranış bozukluklarının sorumlusudur.

LookUs & Online Makale