ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 59 (3)
Volume: 59  Issue: 3 - 2019
RESEARCH ARTICLE
1.The Effects of Edaravone on Experimental Brain Ischemia/Reperfusion Injury in Rats
Elif Acar Arslan, Erhan Arslan, Serap Ozer Yaman, Süleyman Caner Karahan
doi: 10.14744/hnhj.2019.15013  Pages 197 - 202
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut iskemik inmeden dolayı dünya’da her yıl milyonlarca kişi ölmekte veya sakat kalmaktadır. Bu çalışmada amacımız ratlarda deneysel serebral iskemi/reperfüzyon hasarında edaravone’un nöroprotektif etkilerini göstermekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yirmi sekiz adet dişi Sprague Dawley rat kullanıldı. Ratlar 7 şerli 4 ana gruba ayrıldı. İskemi grubuna 30 dakikalık bilateral karotis arter klipslemesi + hipotansiyon uygulandı. Edaravone grubuna, 30 dakikalık iki taraflı karotis arter klipsi + hipotansiyonunu takiben günlük periton içi 30 mg / kg Edaravone uygulandı. Kontrol grubuna sadece cilt laserasyonu, anestezi grubuna ise sadece 15 dakika boyunca anestezi uygulandı. Onuncu günün sonunda, bütün ratlar sakrifiye edilip analiz için kan örnekleri ve beyin dokuları toplandı.
BULGULAR: İskemi grubu doku MDA değerleri kontrol ve edaravone gruplarına göre anlamlı derecede yüksekti. Edaravone grubu doku MDA değerleri (258 ± 13.8 nmol / g), iskemi grubundan (368 ± 36.6 nmol / g) anlamlı derecede düşüktü (p <0.05). Edaravone grubunun doku TOS değerleri anestezi ve iskemi gruplarına göre anlamlı derecede düşüktü (96.9 ± 13.4 mmol H2O2 Eq / L (g)). Gruplar arasında serum TOS μmoL H2O2 Eq / L değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu görüldü (p <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Edaravone’un oksidan ve antioksidan parametrelerinde önemli değişiklikler meydana getirerek, rat beyin dokusunda iskemik hasarı azalttığı veya önlediği bu çalışmada gösterilmiştir.
INTRODUCTION: Millions of people worldwide die or are disabled every year due to acute ischemic stroke. In this study, our aim was to demonstrate the neuroprotective effects of Edaravone in experimental cerebral ischemia/reperfusion injury in rats.
METHODS: Twenty-eight female Sprague Dawley rats were divided into four main groups. The ischemia group underwent bilateral carotid artery clipping and hypotension for 30 min. The Edavarone group received intraperitoneal 30 mg/kg/day Edavarone following 30-min bilateral carotid artery clipping+hypotension. Skin laceration only was applied to the control group, and anesthesia only was applied for 15 min to the anesthesia group. At the end of the 10th day, all rats were sacrificed, and blood samples and brain tissues were collected for analysis.
RESULTS: Ischemia group malondialdehyde (MDA) values were significantly higher than those of the control and Edaravone groups. Edaravone group tissue MDA values (258±13.8 nmol/g) were significantly lower than those of the ischemia group (368±36.6 nmol/g) (p<0.05). Edaravone group tissue total oxidant status (TOS) was significantly lower than in the anesthesia and ischemia groups (96.9±13.4 mmol H2O2 Eq/L (g)). A statistically significant difference was observed between the groups’ serum TOS values (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study shows that Edaravone reduced or prevented ischemic damage in rat brain tissue by causing significant changes in oxidant and antioxidant parameters.

2.The Effects of Dexmedetomidine on Hemodynamic Parameters and Intubation Conditions
Arzu Yıldırım Ar, Fatma Nur Kaya, Belgin Yavaşcaoğlu, Elif Başağan Moğol
doi: 10.14744/hnhj.2018.44712  Pages 203 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: Genel anestezi indüksiyonu öncesi uygulanan 2 farklı deksmedetomidin dozunun endotrakeal entübasyona bağlı hemodinamik yanıtlar, entübasyon koşulları ve nöromusküler ileti üzerine etkilerini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Endotrakeal entübasyon uygulanacak, elektif cerrahi geçirecek, ASAI-II, 18-70 yaş 75 olgu dahil edildi. İndüksiyon öncesi, olgular serum fizyolojik (20 cc) (Grup K), deksmedetomidin 0.5 μg/kg (Grup D0.5) veya deksmedetomidin 1 μg/kg(Grup D1) 20 cc volümde 10 dk içinde uygulanmak üzere rasgele 3 gruba ayrıldı. Kalp atım hızı (KAH) ve ortalama arteriyel kan basıncı (OAB) çalışma ölçüm zamanlarına göre kaydedildi. Nöromusküler iletide %90, %100 blok oluşum zamanı, bloğun %25(T25), %50(T50), %75(T75) düzeyinde geri dönmesine kadar geçen süreler ve derlenme endeksi değerleri kaydedildi.
BULGULAR: Laringoskopi ve entübasyondan hemen sonra KAH'de gözlenen yükselme D gruplarında, GrupK'ye göre düşük bulundu D gruplarında laringoskopideki ölçülen OAB Grup K' dan düşük gözlendi. D0.5 ve D1 gruplarında %90 ve %100 blok oluşum zamanları Grup K'ye göre anlamlı kısa bulundu. D0.5 grubunda T75 ve derlenme endeksi, D1 grubunda ise T25, T50, T75 ve derlenme endeksi GrupK'ye göre uzun bulundu. Nöromüsküler ileti özellikleri deksmedetomidin grupları arasında benzer gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Deksmedetomidinin endotrakeal entübasyona bağlı hemodinamik yanıtı kalp hızı üzerine daha belirgin olmak üzere doza bağlı azaltırken, nöromusküler blok oluşum zamanını kısalttığı, derlenme süresini ise dozdan bağımsız olarak uzattığını saptadık.
INTRODUCTION: In this study, we aim to investigate the effects of two different preanesthetic doses of dexmedetomidine on the hemodynamic response to endotracheal intubation, intubation conditions and neuromuscular block.
METHODS: Seventy-five ASAI-II patients, aged 18-70 years, who required tracheal intubation for elective surgery were allocated for this study. Before induction, patients were randomly divided into three groups to receive either saline as placebo (20cc) (GroupC), dexmedetomidine 0.5 μg/kg (Group D0.5) or dexmedetomidine 1 μg/kg (Group D1) in a total volume of 20 cc in 10 min. Heart rate(HR) and mean arterial pressure (MAP) were recorded according to the study's measurement time. Time to achieve 90% and 100% neuromuscular block, time to recovery from neuromuscular block 25% (T25), 50% (T50), 75% (T75) and recovery index values were noted.
RESULTS: The increases in HR after laryngoscopy and immediately intubation were lower in both groups D than Group C. Values of MAP during laryngoscopy were lower in both Groups D than Group C Times to achieve 90% and 100% neuromuscular block were found significantly lower in dexmedetomidine groups than Group C. Values of T75 and recovery index in Group D 0.5, T25, T50, T75 and recovery index in Group D1 were longer than Group C. Neuromuscular block properties were similar between dexmedetomidine groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We conclude that dexmedetomidine decreased hemodynamic response to endotracheal intubation, especially heart rate dose-dependently, whereas it decreased time to achieve neuromuscular block and increased time to recovery from the neuromuscular block as independent from dose.

3.Incidence of Congenital Urinary System Anomaly in Newborns with Urinary Tract Infection
Ebru Şahin, Nihan Uygur Külcü, Züleyha Aysu Say
doi: 10.14744/hnhj.2018.27879  Pages 211 - 215
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuklukta geçirilen İYE, erişkin çağda böbrek yetmezliğinin en önemli sebeplerinden biridir. Konjenital üriner malformasyon varlığı araştırılmalıdır. Çalışmamızda hastanemizde İYE tanısıyla izlenen yenidoğanları inceleyerek, seçilecek görüntüleme yöntemleri konusunda klinisyene yardımcı olacak ipuçları yakalamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırmaya, Ocak 2009- Ekim 2012 tarihleri arasında Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım-2 Ünitesi’ne, idrar yolu enfeksiyonu tanısıyla yatırılan ya da yatırıldıktan sonra idrar yolu enfeksiyonu tanısı alan 137 yenidoğan hasta dâhil edildi. Tüm hastaların demografik özellikleri ve üriner sistem görüntülemeleri değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamıza dahil edilen 137 hastanın %78,8’i erkek, %21,2’si kızdı. Üriner sistem ultrasonografilerinin (USG) %19'unda anomali saptandı. En sık hidronefroz ve ektazi (%13,9) görüldü. Toplam 39 hastaya üç görüntüleme yöntemi de (USG, voiding sistoüretografi (VCUG) DMSA) uygulanmıştı. Anormal üriner sistem USG’si olanların %47,1’inin VCUG’si, %58,8’inin DMSA sintigrafisi sonucu patolojikti. Normal üriner sistem ultrasonografisi olan hastalarda anormal VCUG ve DMSA saptanma oranı %9,1 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yenidoğan döneminde geçirilen İYE’u üriner sistem anomalisinin göstergesi olabileceğinden her hastaya üriner sistem USG’si yapılmalıdır. İleri görüntüleme yöntemlerinin seçimine hastanın özelliklerine göre karar verilmelidir.
INTRODUCTION: Childhood urinary tract infection (UTI) is one of the most important causes of renal failure in adult age. The presence of congenital urinary malformation should be investigated. In this study, by evaluating new-borns with UTI who were hospitalized in our clinic, we aimed to find clues that will help clinicians for choosing the right imaging methods.
METHODS: This research includes 137 neonates who were hospitalized with the diagnosis of UTI or diagnosed as UTI after hospitalization in Zeynep Kamil Gynecologic and Pediatric Training and Research Hospital NICU-2 between January 2009-October 2012. All patients’ demographic characteristics and urinary tract imaging were evaluated.
RESULTS: Of the 137 neonates included in this study, 78.8% of them was male, and 21.2% of them was female. In 19% of the patients, abnormalities were detected with urinary tract ultrasonography. The most frequent abnormality was hydronephrosis and ectasia 13.9%. In 39 of the patients, three imaging technique was performed. Of the patients with abnormal urinary system ultrasound, 47.1% of them had pathologic voiding cystourethrography, and 58.8% of them had pathologic DMSA scintigraphy. Abnormal VCUG and DMSA rates were 9.1% in patients with normal urinary system ultrasonography.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Urinary tract USG should be performed to each patient who was diagnosed as urinary tract infection in the newborn period because of this may be a signal of the urinary system abnormality. Choice of the advanced imaging modalities should be decided according to the patient's characteristics.

4.Investigation of LFA-1 rs2230433 Variation in Renal Cell Carcinoma Tissues
Halime Hanım Pençe, Hani Alsaadoni, Burcu Çaykara, Alper Ötünçtemur, Sibel Kuraş, Bengü Tokat
doi: 10.14744/hnhj.2019.63325  Pages 216 - 219
GİRİŞ ve AMAÇ: Lökosit fonksiyon ilişkili antijen-1 (LFA-1) αβ heterodimerik transmembran glikoproteinidir ve lökositlerin yüzeyinde eksprese edilir. LFA-1 ayrıca kanserle ilgili hücreler arası adezyon molekülleri 1 (ICAM-1) ile etkileşime girer. LFA-1'deki varyasyon karsinojenezi etkileyebilir, bu nedenle renal hücreli karsinomdaki rs2230433 varyasyonunu araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 100 böbrek hücreli karsinom dokusu ve aynı böbreğe ait sağlıklı çevre dokusu sırasıyla tümör ve kontrol gruplarını oluşturdu. DNA, dokulardan izole edildi ve polimeraz zincir reaksiyonu (PCR)-restriksiyon fragman uzunluk polimorfizmi (RFLP) yöntemleriyle varyasyon analizi yapıldı. İstatistiksel analiz SPSS 22.0 kullanılarak yapıldı ve p˂0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: LFA-1 rs2230433 GC ve CC genotipleri tümör ve kontrol grupları arasında benzer bulundu (p˃0,05). Bununla birlikte, GG genotipi tümörlerde (%8) kontrollerden (%2) daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız normal GG genotipinin tümörlerde daha yüksek olduğunu ve bu nedenle tümörijenik özelliklerle ilişkili olabileceğini göstermiştir.
INTRODUCTION: Introduction: Leukocyte function-related antigen-1 (LFA-1) is αβ heterodimeric transmembrane glycoprotein and expressed on the surface of leukocytes. LFA-1 also interacts with intercellular adhesion molecules 1 (ICAM-1) which is related to cancer. Variation in LFA-1 can affect the carcinogenesis; thus, we aimed to investigate rs2230433 variation in renal cell carcinoma.
METHODS: One hundred renal cell carcinoma tissues and healthy surrounding tissue of the same kidney formed the tumor and control groups, respectively. DNA isolated from the tissues and polymerase chain reaction (PCR)-restriction fragment length polymorphism (RFLP) methods were employed. Statistical analysis was performed with SPSS 22.0, and p<0.05 was considered as statistically significant.
RESULTS: LFA-1 rs2230433 GC and CC genotypes were found similar between tumor and control groups (p>0.05). However, GG genotype was higher in tumors (8%) than controls (2%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results showed that normal GG genotype is higher in tumors. Thus, GG genotype can be related to tumorigenic features.

5.The Relationship Between Serum Vitamin D Level, Anemia, and Iron Deficiency in Preschool Children
Ömer Kartal, Orhan Gürsel
doi: 10.14744/hnhj.2019.48278  Pages 220 - 223
GİRİŞ ve AMAÇ: Vitamin D yetersizliği ve demir eksikliği tüm dünyada toplumun tüm seviyelerinde en yaygın nutrisyonel pandemik problemlerdir. Yapılan bazı çalışmalarda vitamin D’nin eritropoez üzerinde etkili olduğu gösterilmiştir. Okul öncesi çocuklarda serum vitamin D düzeyi ile hemogram parametreleri ve serum demir düzeyi arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ağustos 2014 ile Ağustos 2017 tarihleri arasında çocuk hematolojisi polikliniğine başvuran serum 25(OH)D düzeyi ve demir parametreleri bakılmış okul öncesi dönemdeki 2-5 yaş arası 108 çocuk dahil edildi. Hastalar hemoglobin, serum ferritin düzeyi ve transferrin satürasyon indeksine göre demir eksikliği, demir eksikliği anemisi ve kontrol grubu olarak 3 gruba ayrıldı. Hastalar serum 25(OH)D düzeyine göre de vitamin D eksikliği, yetersizliği ve normal olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya, serum 25(OH)D düzeyi bakılmış 41 demir eksikliği, 32 demir eksikliği anemisi olan hasta ve 35 yaş ve cinsiyet olarak uygun kontrol grubu dahil edildi. Serum 25(OH)D düzeyi açısından gruplar arasında istatistiksel farklılık saptandı (p <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde ettiğimiz bulgulara göre vitamin D’nin eksiklik ve yetersizlik prevelansı özelliklede demir eksikliği anemisi olan okul öncesi çocuklarda sıktır. Bu nedenle demir eksikliği anemisi saptanmış olan her çocukta mutlaka vitamin D düzeyininde kontrol edilmesini ve vitamin D’den zenginleştirilmiş gıda tüketiminin artırılmasını önermekteyiz.


INTRODUCTION: Vitamin D deficiency and iron deficiency are the most common nutritional pandemic problems worldwide at all levels of society. In some studies, vitamin D has been shown to have an effect on erythropoiesis. The objective of this study was to investigate the relationship between serum vitamin D level, hemogram parameters, and serum iron level in preschool children.
METHODS: The study group comprised 108 children aged between 2 and 5 years who visited a single pediatric hematology polyclinic between August 2014 and August 2017and whose serum vitamin D level and iron parameters were evaluated. The patients were divided into 3 groups according to the hemoglobin value, serum ferritin level, and transferrin saturation index calculation: iron deficiency, iron deficiency anemia, and a control group. Vitamin D deficiency, insufficiency, and normal categories were also used based on assessment of the serum vitamin D level.
RESULTS: There were 41 children in the iron deficiency group, 32 classified as iron deficiency anemia, and 35 age- and sex-mated controls. The vitamin D level was statistically significant between the groups (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to our findings, vitamin D deficiency and insufficiency were prevalent, especially in children with iron deficiency anemia. It is recommended that the serum vitamin D level of children with iron deficiency anemia should be checked and vitamin D-fortified food consumption should be increased.

6.The Role of Increase of Total IgE and Passive Smoking in Adenoid Vegetation Recurrences
Selçuk Yıldız, Sema Zer Toros, Lutfu Seneldır, Harun Karaca
doi: 10.14744/hnhj.2018.57855  Pages 224 - 228
GİRİŞ ve AMAÇ: Adenoidektomi yapılan hastaların uzun dönem takiplerinde nüks eden adenoid vejetasyonun sigara maruziyeti ve allerji ile ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 2010-2014 yılları arasında kliniğimizde sadece adenoidektomi yapılmış hastalar dahil edildi. Hastalarda sistem sorgulaması ve fizik muayeneleri yapılarak nüks araştırıldı. Adenoid vejetasyon nüksü ile sigara maruziyeti ve Total IgE seviyesi arasındaki ilişki karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya katılan 18’i erkek 12’si kadın olmak üzere toplam 30 olgunun yaşları 4 ile 17 yıl arasında değişmekte olup, ortalama 9,70±3,71 yıl olduğu görülmektedir. BMI ölçümleri 8,88 ile 26,23 arasında değişmekte olup ortalaması 17,11±4,49’dur. 15 olguda adenoid vejetasyon nüksü olduğu saptanmışken, 15 olguda ise nüks saptanmamıştır. Hastaların 5’inde total IgE yüksek saptanmıştır. Hastaların 16’sı alerjik rinit, 3’ü astım, 2’si atopik dermatit tanılıdır. Sigara maruziyeti, Total IgE yüksekliği ve alerjik hastalık varlığı açısından nüks eden grup ile nüks etmeyen grup karşılaştırıldıklarında istatistiksel olarak anlamlı sonuç bulunamamıştır (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Literatürde atopi ve AV arasında anlamlı ilişki bulunduğu savunulmuştur. Bu değerlendirmelere göre AV rekürrensi ve alerji birlikteliği değerlendirilmiş ve anlamlı birliktelik saptanmamıştır. Hasta sayısının az olmasından dolayı bu çalışmanın sonuçları preliminer olarak değerlendirilmiştir.
INTRODUCTION: This study aims to investigate the association of recurrent adenoid vegetation with cigarette exposure and allergy in long-term follow-up of patients undergoing adenoidectomy.
METHODS: We included patients who underwent only adenoidectomy in our clinic between the years 2010-2014. All of the patients were evaluated by systemic assessment and physical examination. The incidence of cigarette exposure and total IgE increase were investigated and compared in patients with recurrent adenoid vegetation.
RESULTS: In this study, among 30 cases, 18 of them were male and 12 of them were female whose age ranged from four to 17 years. The average is 9.70±3.71 years. The BMI measures ranged from 8.88 to 26.23, with an average of 17.11±4.49. 15 cases had a recurrence of adenoid vegetation. 15 cases had no recurrence. Total IgE was found high in five of the patients. 16 patients had allergic rhinitis. Three patients had asthma and two patients had atopic dermatitis. There was no statistically significant difference between recurrent and control group in terms of smoking exposure, total IgE level and the presence of allergic disease (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The findings suggested that there is a significant relationship between atopy and AV in the literature. According to these findings, no significant association was found between AV recurrence and allergy. Because of the small population of this study, the results of this study were accepted as preliminary findings.

7.Relationship between Body Mass Index and Ductus Venosus Doppler Measurements at 11-14 Gestational Weeks
Zeynep Akçöltekin, Cem Terece, Hasan Süt, Sevcan Arzu Arınkan
doi: 10.14744/hnhj.2018.95530  Pages 229 - 234
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızda maternal kilo ile duktus venozus kan akım paterni arasında ilişki olup olmadığını incelemeyi planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz gebe polikliniğine başvuran 11-14 hafta arası, vücut kitle indeksi<25 olan 83 gebe ve vücut kitle indeksi ≥25 olan 123 gebe çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: Her iki grup arasında kombine test, üçlü test, 2.Düzey ultrasonografi sonuçları açısından istatiksel anlamlı bir farklılık saptanmadı. Çalışmaya alınan gebelerin %12’sinde DV’da a dalgası kaybı ve/veya ters a dalgası izlendi. Geri kalan gebelerde ise a dalgası patolojisi izlenmedi. Çalışmaya alınan gebelerden VKİ 25 altında olanların %4.8’inde duktus venozus akım paterninde anormallik bulunurken, VKİ≥25 olan gebelerin %17’sinde duktus venozus akım paterninde bozulma izlendi ve istatistiksel olarak bu fark anlamlı bulundu (p=0,008).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Birinci trimester prenatal taraması normal olup tek anomal bulgusu duktus venozus akım paterninde bozulma olan fetüslerde maternal hipergliseminin ve vücut kitle indeksinin bunda rol oynayabileceği düşüncesindeyiz.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate the possible causative relationship between maternal obesity and flow patterns of ductus venosus.
METHODS: One hundred twenty three pregnant women with a body mass index of 25 or higher and 83 pregnant women with body mass index lower than 25 in gestational weeks between 11-14, were included in the present study.
RESULTS: The findings showed that there was no statistically significant difference between the two groups for a combined test, three-component antenatal tests, second-level ultrasonography. In 12% of the women, loss of a wave and/or inverse a wave was noted. In the rest of the women, there were no pathological waves. In 4.8% of women with a BMI less than 25, there was an abnormality in ductus venosus flow pattern, whereas this ratio was 17% in the other group consisted of women with BMI higher than 25; and the difference was statistically significant (p=0.008).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We concluded that maternal hyperglycemia and high body mass index might cause abnormal flow patterns in ductus venosus in pregnancies with normal first-trimester scanning and abnormal flow patterns of ductus venosus.

8.Primary versus Secondary Abdominal Tuberculosis as the Great Mimicker of many Diseases in General Surgery
Adnan Hut
doi: 10.14744/hnhj.2019.12754  Pages 235 - 243
GİRİŞ ve AMAÇ: Abdominal tüberkülozunun (AT) spesifik olmayan özellikleri, hastalığın kanserden iltihaplanmaya kadar geniş yelpazede intraperitoneal hastalıkları taklit etmesine sebep olur. Tanısal zorluğun yarattığı bu önemli yükün şartların daha da bozulmasına katkıda bulunması, teşhis sırasında daha şüpheli olmayı gerektirir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: AT'li hastalarda akciğer görüntülemesi veya anamnezinde tüberküloz kanıtı bulunmayan hastalar primer AT (Grup 1) grubunda değerlendirildi. Akciğer görüntüleme testlerinde, anamnezde veya başka bir organda veya vücudun başka bir yerinde tüberkülozu bulunan AT'li ve sekonder AT (Grup 2) grubunda AT'li hastalar incelendi. Bu iki grup çeşitli parametrelerle karşılaştırıldı.
BULGULAR: Primer AT grubunu oluşturan 14 hastanın 8'i kadın, 6'sı erkekti. Sekonder AT grubunu oluşturan 36 hastanın 18'i kadın, 18'i erkekti. Primer AT grubunun yaş ortalaması, sekonder AT grubundan anlamlı olarak düşüktü (p = 0.027). Primer AT grubunun ortalama hematokrit değeri sekonder AT grubundan anlamlı olarak düşüktü (p = 0.015). Sekonder AT grubundaki BT'de asit varlığı dağılımının primer AT grubundan anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi (p = 0.019). Primer AT grubunda ateş varlığının sekonder AT grubundan anlamlı olarak yüksek olduğu gözlendi (p = 0,046). Sekonder AT grubunda öksürük varlığı istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p = 0.021).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dünyadaki tüm popülasyonların yaşlanması, ilaç direnci, artan göçmen sayısı ve başıklık sistemini bozan hastalıklar, tüm coğrafyalarda AT'nin küçük çapta salgınlarına sebep olmaktadır. Her ne kadar primer ve sekonder AT birçok benzer özelliği paylaşıyor gibi görünseler de, birbirlerinden istatistiksel olarak anlamlı farkları vardır.
INTRODUCTION: Nonspecific characteristics of abdominal tuberculosis (AT) help the disease to mimic a grade scale of intraperitoneal conditions from cancer to inflammation. A significant burden arises from the diagnostic challenge also contributes to the deterioration of the conditions, which necessitates a higher than normal level of suspicion.
METHODS: Patients with AT who had no evidence of tuberculosis on lung imaging or anamnesis were evaluated in the primary AT (Group 1) group. Patients with AT who were found to have tuberculosis in lung imaging tests, anamnesis or another organ or in another part of the body and who had AT were examined in the secondary AT (Group 2) group. These two groups were compared with various parameters.
RESULTS: Of the 14 patients, who formed the primary AT group, eight of them were female, and six of them were male. Of the 36 patients who formed the secondary AT group, 18 were female, and 18 were male. The mean age of the primary AT group was significantly lower than the secondary AT group (p=0.027). The mean hematocrit value of the primary AT group was significantly lower than the secondary AT group (p=0.015). It was observed that the distribution of the presence of ascites in CT in the secondary AT group was significantly higher than the primary AT group (p=0.019). The presence of fever in the primary AT group was observed to be significantly higher than the secondary AT group (p=0.046). Presence of cough in secondary AT group was found to be statistically significantly higher (p=0.021).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Aging of all populations worldwide, drug resistance, increased number of immigrants and immunocompromised patients, all resulted in a minor pandemic of AT in all geographies. Although primary and secondary AT seem to share many similar characteristics, they also have statistically significant differences from each other.

9.Does Type D Personality Inhibit Benefits of Cardiac Rehabilitation?
Başak Bilir Kaya, Nazmiye Ozbilgin
doi: 10.14744/hnhj.2019.42103  Pages 244 - 249
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyovasküler hastalıklar dünyada önemli bir mortalite ve morbidite nedenidir. D tipi kişilik kardiyovasküler hastalıklarda kötü prognostik bir faktördür.Kardiyak rehabilitasyonun kardiyovasküler hastalıklarda mortalite ve morbiditeyi azalttığı bilinmektedir. Çalışmamızın amacı D tipi kişiliğin kardiyak rehabilitasyondan faydalanma oranlarını değiştirip değiştirmediğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız 01.02.2017 ve 01.02.2019 tarihleri arasında üçüncü basamak kalp damar ve göğüs cerrahisi hastanesinde kardiyak rehabilitasyon ünitesinde, retrospektif bir kohort çalışması olarak yapılmıştır. Çalışma popülasyonu 18 yaş ve üstü olan ve 30 seans CR programının tümünü tamamlayan ve ayrıca hem rehabilitasyon öncesi hem de sonrası testleri tam olan hastalardı. D tipi kişilik DS14 ile değerlendirildi. Yaşam kalitesi SF 36 ile değerlendirildi. Fonksiyonel kapasite 6 dakikalık yürüme testi (6MWT) ile değerlendirildi. Dayanıklılık maksimum watt değerlerini hesaplamak için submaksimal bisiklet ergometre testi yapıldı. Her hasta için bisiklet ergometre testi maksimum wattına ve kişisel risk faktörlerine göre göre kişiye özel bir kardiyak rehabilitasyon programı planlandı. D tipi kişiliği olan ve olmayan hastaların Beck Depresyon puanları, SF-36 puanları, fonksiyonel kapasite ve dayanıklılıktaki kardiyak rehabilitasyonla oluşan değişimleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 222 hasta alındı. 83 kişi (%37.4) D tipi kişilik için pozitifti. Kardiyak rehabilitasyon sonrası fonksiyonel kapasite, dayanıklılık, yaşam kalitesi, depresyon skorları gelişti (p <0.01)
D tipi pozitif ve negatif hasta grupları arasında rehabilitasyonun bu gelişmelerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p≥0.05)

TARTIŞMA ve SONUÇ: D tipi kişilik, inflamasyon ile ilişkilidir ve kardiyovasküler hastalıkta mortaliteyi ve morbiditeyi yükseltebilir. Kardiyak rehabilitasyon; D tipi kişilikten bağımsız olarak, fonksiyonel kapasite, dayanıklılık, yaşam kalitesi, depresyon skorlarını geliştirir.
INTRODUCTION: Cardiovascular diseases are major causes of mortality and morbidity in the world. D type personality is a poor prognostic factor in cardiovascular diseases. Cardiac rehabilitation is known to reduce mortality and morbidity in cardiovascular diseases. The present study aims to investigate whether type D personality inhibits the benefits of cardiac rehabilitation or not.
METHODS: A single-center, retrospective cohort study was conducted with the evaluation of all CR participants at the University Hospital of Cardiovascular and Thoracic Surgery between 01.02.2017 and 01.02.2019. Study population was the patients who were 18 years and older and completed all 30 sessions of CR program and also completed both pre- and post-tests. Type D personality was assessed with DS14. Quality of life was assessed with SF 36. Functional capacity was assessed with a 6-minute walk test (6MWT). Submaximal cycle ergometer test was performed to evaluate maximum endurance watts. A special CR program was planned for each patient based on the cycle ergometer test peak workload. The primary endpoint was the observation of changes in the Beck Depression Scale, SF-36 scores and the secondary endpoint of the study was the observation of improvement in functional capacity and endurance according to patients’ type D personality.
RESULTS: 222 patients enrolled in this study. Among the patients, 37.4% of them were positive for D type personality. Functional capacity, endurance, quality of life, depression scores were all improved after cardiac rehabilitation (p<0.01). There was no statistically significant difference between D type positive and negative patient groups about the improvements of rehabilitation (p≥0.05).

DISCUSSION AND CONCLUSION: D type personality is associated with inflammation and may increase mortality and morbidity in a cardiovascular disease. Cardiac rehabilitation may improve functional capacity, endurance, quality of life and depression scores independently from D Type personality.

10.The Role and Importance of Antiagregan, Anticoagulant Drugs in the Etiology of Upper Gastrointestinal System Bleeding in Elderly
Hanife Şerife Aktaş
doi: 10.14744/hnhj.2018.98159  Pages 250 - 255
GİRİŞ ve AMAÇ: Yaşlı hastalardaki üst gastrointestinal sistem kanamalarında, antikoagülan ve antiangregan ilaçların etiyolojideki yeri ve prognoza etkisini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak – Aralık 2016 tarihlerinde acil dahiliyeye üst GİS kanama şikayeti ile gelen 184 hasta retrospektif olarak yaş, cinsiyet, başvuru şikayeti, kullandıkları ilaçlar,endoskopi bulguları, yoğun bakım ihtiyacı ve mortalite açısından değerlendirildi.
BULGULAR: 184 hastanın yaş ortalaması 78,3 +7,9 idi. 112’si(%60.9) erkek, 72’si(%39.1) kadın idi. Hastaların 128(%69.6)’i melena, 32(%17.4) ’si hematemez, 24(%13)‘ü ise hematemez ve melena şikayeti ile başvurdu. Hastaların 139’u (%75.9) dahiliye kliniğinde, 31’i(16.8) yoğun bakımda tedavi oldu, 12si (%6.5) vefat etti.. En fazla kullanılan ilaç asetilsalisik asit(ASA) (%31.5) en sık endoskopik bulgu peptik ülser ( %55.4) idi.Yoğun bakımda tedavi olanların yaş ortalaması 81+7.2, 18’i(%58.1) erkek idi. Endoskopik bulguları ise en sık peptik ülser Forrest 2A(%16.2) ve en sık ASA(%35.5) kullanıyorlardı.
Ex olan 12 hastanın yaş ortalaması 75,3+7.2, 8’i (% 66,7)erkek, idi. Endoskopik bulguları ise en sık peptik ülser Forrest 3 (%50) ve en sık varfarin(%33) kullanıyorlardı

TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaşlılardaki üst GİS kanamalarında antiagregan, antikoagülan, NSIA ilaçların etiyolojide ve prognoz üzerinde önemli etkileri vardır. Bu ilaçları kullanan hastaların tedavisine protectiv ilaçlar eklenmelidir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to determine the role of anticoagulants and antiagregan medications in the etiology and prognosis of the upper gastrointestinal system (GIS) bleeding in elderly patients.
METHODS: One hundred and eighty-four patients who were admitted to the emergency department with the complaints of upper GIS bleeding between January and December 2016 were evaluated retrospectively regarding the age, gender, complaints, drugs, endoscopy findings, intensive care requirement and mortality.
RESULTS: The mean age of 184 patients was 78.3±7.9 years. 112 (60.9%) of them were male and 72 (39.1%) of them were female. 128 (69.6%) of the patients applied with only melena, 32(17.4%) with only hematemesis and 24 (13%) were admitted with both hematemesis and melena. Of the patients, 139 (75.9%) were treated in the internal medicine clinic and 31 (16.8%) were treated in the intensive care unit and 12 (6.5%) were expired. The most commonly used drug was acetylsalicylic acid (ASA) (31.5%) and the most common endoscopic finding was peptic ulcer (55.4%). The mean age of the patients treated in the intensive care unit was 81±7.2years, and 18 (58.1%) of those patients were male. The most common endoscopic finding was peptic ulcer- Forrest 2A (16.2%) and ASA (35.5%) was also the most common drug in that group. The mean age of the 12 patients who were expired was 75.3±7.2 years and 8 (66.7%) of them were male. In 12 patients, the most common endoscopic finding was the peptic ulcer and the most frequent drug was warfarin (33%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Antiagregan, anticoagulant, NSAI drugs have significant effects on etiology and prognosis of the upper GIS bleeding in the elderly. Gastroprotective drugs should be added to the treatment of patients using these drugs.

11.Evaluation of Frequency of Metabolic Syndrome in Obese Children
İlkay Özgen Sarı, Aysun Boğa, Mehmet Karacı
doi: 10.14744/hnhj.2018.82621  Pages 256 - 260
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda; çocukların beslenme ve yaşam tarzındaki olumsuz değişimlerle sıklığı artan obezite; metabolik sendromun en önemli nedenidir. Metabolik Sendrom un (MS) temelinde insülin direnci bulunmaktadır ve prevelansı hızla artmaktadır. Çalışmamızın amacı obez ve fazla kilolu çocuklarda MS sıklığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza Haziran 2017- Temmuz 2018 tarihleri arasında ayaktan çocuk polikliniğine başvuran 6-17 yaş arası obezite ve fazla kilolu çocuklardahil edildi. MS tanısı için IDF kriterleri kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmamızda toplam 98 obez ve fazla kilolu çocuk değerlendirildi. IDF tanı kriterlerine göre MS prevalansı obez çocuklarda %25,8 (n: 17 ) olarak bulundu. Obez erkek çocukların sistolik arter basınç ortalamaları BMI persentil ve z skor ortalamaları, obez kız çocuklarından istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Çalışmaya alınan 10 yaş üzeri çocukların antropometrik ölçümleri, sistolik ve diastolik arter basınç ortalamaları, 10 yaş altı çocuklardan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur
TARTIŞMA ve SONUÇ: Obezitenin önlenmesinin MS sıklığını azaltacağı bir gerçektir. Tüm çocukların yenidoğan döneminden itibaren takip edilmesi ve risk faktörleri geliştiğinde erken müdahale edilmesi birçok sistemi etkileyen MS un önlenmesinde en büyük adımlardan biridir.
INTRODUCTION: In recent years, increased obesity due to unfavorable changes in children's diet and lifestyle is the most important cause of the metabolic syndrome. Metabolic syndrome is a multiplex risk factor that arises from insulin resistance, and the prevalence is rapidly increasing. Our study aims to investigate the frequency of MS in obese and overweight children.
METHODS: Obese and overweight children between the ages of six and 17 years, who were referred to our pediatric clinic from June 2017 to July 2018, were included in this study. MS was evaluated according to the IDF (The International Diabetes Federation, 2006) criteria.
RESULTS: A total of 98 obese and overweight children were evaluated. According to IDF diagnostic criteria, MS prevalence was found as 25.8% (n=17) in obese children. The systolic arterial pressure averages BMI percentile and z score of obese boys were found to be statistically significantly higher than of obese girls.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prevention of obesity will decrease the MS frequency. A regular follow-up of all children and early intervention in the development of risk factors is one of the biggest steps in preventing MS affecting many systems.

12.Comparison of Angulation Deformity After Remodelling of Pediatric Femoral Fractures
Levent Adıyeke, Suavi Aydogmus, Emre Bilgin, Tahir Mutlu Duymus, Hasan Bombaci
doi: 10.14744/hnhj.2018.47560  Pages 261 - 266
GİRİŞ ve AMAÇ: Femur şaft kırıklarında 4 yaş altı ve adelosanlar için tedavi protokolünde ortak bir görüş bulunmasına rağmen 4-10 yaş arası hastalarda hala tartışmalar bulunmaktadır. Bu yaş grubunda farklı tedavi yöntemleri tariflenmiştir. Bu çalışmada amacımız 4-10 yaş arası femur şaft kırıklı hastalarda iyileşme kapasitesini araştırmayı ve konservatif ile cerrahi tedavi yapılan hastaların klinilk ve radyolojik sonuçlarını karşılaştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 4-10 yaş arasında 59 hastayı kapsamaktadır. Çalışmaya 18 (% 31) kadın ve 41 (% 69) erkek dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 6.9 (dağılım 4-10) idi. Ortalama takip süresi 84 (38-107) ay idi. Cerrahi olmayan grupta (n = 32) ve cerrahi grupta (n = 27) yaş ortalaması sırasıyla 5,9 ve 7,1 yıl idi. Travma mekanizması yüksekten düşme (n = 29), motorlu taşıt kazası (n = 20), çocuk istismarı (n = 1) ve diğer nedenler (n = 9) idi. Femur diafiz kırıkları lokalizasyona ve kırık mekanizmasına göre sınıflandırıldı. Cerrahi olmayan grup iskelet traksiyonu ve pelvipedal alçı ile tedavi edildi. Cerrahi grupta hastalar plak vida yöntemi ile tedavi edildi. Klinik değerlendirme ayak uyluk açısı ve ayak progresyon açısı ile yapıldı.
BULGULAR: Angulasyon derecelerindeki düzelme değerleri AP ve LAT radyografilerde her iki grupta anlamlı yüksek idi (p<0,01). Ayak uyluk açısı, ayak ilerleme açısı ve bacak uzunluk eşitsizliği verilerinde gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. Bacak uzunluk eşitsizliği ve klinik sonuç başarısı üzerinde kırık lokalizasyonun etkili olmadığı ayrıca klinik sonuçlar açısından her iki grup arasında anlamlı fark olmadığı bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cerrahi tedavi yapılan grupta operasyon sonrası radyolojik değerlendirmede redüksiyon kalitesi cerrahi olmayan gruba göre önemli oranda yüksek idi. Fakat ayak uyluk açısı ve ayak progresyon açısı her iki grup arasında önemli fark yok idi. Aynı zamanda her iki grup arasında bacak uzunluk farkı açısında anlamlı fark görülmedi.
INTRODUCTION: Although there is a consensus on the treatment of femoral shaft fractures in children aged <4 years and adolescents, the treatment method is still controversial for children between aged 4 and 10 years. Therefore, different kinds of treatment methods are described. The aim of the present study was to investigate the healing capacity of femoral shaft fractures in 4–10-year-old patients who were treated non-surgically and to compare the clinical and radiological results with the surgically treated patients in the same age group.
METHODS: A total of 59 patients between aged 4 and 10 years were included in the study. The study included 18 (31%) females and 41 (69%) males. The mean age of the patients was 6.9 (4–10) years. The mean follow-up period was 84 (38–107) months. The mean ages of the non-surgical group (n=32) and the surgical group (n=27) were 5.9 and 7.1 years, respectively. The causes of fractures were falls from height (n=29), motor vehicle accidents (n=20), child abuse (n=1), and other causes (n=9).
RESULTS: The improvement values at the angulation grades were significantly higher in anteroposterior and lateral radiographs in both groups (p<0.01). There was no significant difference between the groups in foot–thigh angle, foot progression angle, and leg length discrepancy (LLD). Fracture localization was not effective on LLD and clinical outcome success, and there was no significant difference between the two groups with regard to clinical outcomes.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The immediate postoperative radiological reduction quality was significantly higher in the surgically treated group than in the non-surgically treated group in the early post-reduction. However, the differences of thigh–foot angles and foot progression angles between the groups were not statistically significant. In addition, there was no difference with regard to LLDs between the groups.

13.Impact of Intraoperative and 24 h Blood Pressure Levels and Presence of Arteriosclerosis on Arteriovenous Fistula
Mehmet Emin Güneş, Kemal Tekeşin
doi: 10.14744/hnhj.2019.26213  Pages 267 - 271
GİRİŞ ve AMAÇ: Arteriyovenözfistül (AVF) oluşumu ve ardından açık kalması hemodiyaliz hastaları için çok önemlidir.Erken tromboz, fistül tıkanmasının ana nedenlerinden biridir.Bu çalışmada anastomoz için kullanılan atardamarda kan basıncının ve görünür arteriyosklerozun varlığının AVF açıklığı üzerindeki etkisi araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada 231 ardışık hastada AVF oluşturuldu.Hastaların %50'sinde AVF oluşturmak için Brecio-Cimino tekniği kullanıldı.Peroperatif sistolik (SKB) ve diyastolik (DKB) kan basınçları, deklampajdan hemen önce ve her altı saatlik aralıklarla 24 saat boyunca kaydedildi.Yaş, cinsiyet, anastomoz için kullanılan arterde makroskopik arteriyoskleroz varlığı ve kronik böbrek yetmezliğinin etiyolojik faktörlerinin tümü eşit olarak kaydedildi.
BULGULAR: Genel erken fistül sağ kalım oranı % 83 idi. Kan basıncı farklılıkları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir acil fistül disfonksiyonu bulunmadı. AV fistüllerin ilk 24 saat açıklığıyla ile ilgili faktörlerin çok değişkenli analizi sadece üst kol fistülünün daha etkili olduğunu göstermiştir (OR: 1.192, p: 0.003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaş, cinsiyet, arteriyoskleroz varlığı ve santral venöz kateter varlığı öyküsünün erken AVF açıklığı üzerine etkisi araştırılmamıştır. Üst koldaki fistül açıklığı oranı, alt koldaki fistüllere göre daha yüksekti.Arteriyel kan basıncı 120 mmHg'nin altında veya üstünde olan hastalarda AVF açıklığı açısından anlamlı fark yoktu.
INTRODUCTION: Creation and subsequent patency of arteriovenous fistula (AVF) is crucial for hemodialysis patients. Early thrombosis is one of the main reasons of fistula occlusion. This study aimed to explore the effect of blood pressure and the presence of visible arteriosclerosis in the artery used for anastomosis on the patency of AVF.
METHODS: This retrospective study AVF was created in 231 consecutive patients. We used the Brecio–Cimino technique to create AVF in 50% of patients. Perioperative systolic (SBP) and diastolic (DBP) blood pressures were recorded just before declampage and during the following 24-h period for each 6-h intervals. Age, gender, presence of macroscopic arteriosclerosis in the artery used for an astomosis, and the etiologic factors of chronic renal failure parameters were all equally recorded.
RESULTS: The overall early fistula survival rate was 83%. No statistically significant immediate fistula dysfunction in terms of blood pressure differences was found. The multivariate analysis of the factors related to the AV fistula in the first 24 h patency revealed that only upper arm fistula was more likely effective (OR=1.192, p=0.003).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The effect of age, gender, presence of arteriosclerosis, and the history of existence of central venous catheter on early AVF patency was not observed. The rate of fistula patency was higher in the upper arm compared to fistulas in the lower arm. No significant difference concerning AVF patency was observed between patients with arterial blood pressure higher or lower than 120 mmHg.

14.Evaluation of Common Experience of Neurosurgery and Pediatric Intensive Care Unit on Pediatric Head Trauma under the Light of Current Literature: Analysis of 96 Cases
Mehmet Sabri Gürbüz, Muhterem Duyu
doi: 10.14744/hnhj.2019.38980  Pages 272 - 280
GİRİŞ ve AMAÇ: Pediatrik kafa travmasının özellikleri, yaralanma mekanizmaları, hastaların demografik özellikleri ve prognozu etkileyen faktörlerin güncel literatür ışığında değerlendirilmesi, nöroşirürji ve çocuk yoğun bakım ünitesi (ÇYBÜ) ortak deneyimin sunulması amaçlanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kafa travması nedeniyle 2014-2018 yılları arasında ÇYBÜ’nde tedavi edilen 18 yaş altı toplam 110 hastadan verileri yeterli olan 96 hasta geriye dönük olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, yaralanma şekli, geliş nörolojik muayenesi, Glasgow koma skalası (GKS) değeri, kardiyopulmoner resusitasyon (KPR), şok, kan şekeri, hipoksi, nöbet, ortalama arter basıncı, dakikada kalp atım hızı, vücut sıcaklığı, mekanik ventilasyon, intrakranial basınç (İKB) değerleri ve cerrahi müdahaleler gibi değişkenler ile 1 yıllık Glasgow sonuç skalası (GSS) değerleri arasındaki ilişki incelendi.
BULGULAR: Hastaların 32 tanesi (%33,3) hafif kafa travması, 28 tanesi (%29,1) orta şiddette kafa travması ve 36 tanesi (%37,5) de ağır kafa travmasıdır. Toplam 49 hastada izole kafa travması, geri kalanlarda ise multitravma izlenmiştir. Serimizde bir yılın sonundaki iyi sonuç oranı % 72,9 (70 hasta), kötü sonuç oranı ise %27,1 (26 hasta) olarak tespit edilmiş olup mortalite %15,6’dır. Giriş GKS değeri ile girişteki kan şekeri arasında negatif yönde orta düzeyde anlamlı bir korelasyon (rho: -0,422 p<0,001), giriş GKS değeri ile vücut sıcaklığı arasında ise pozitif yönde orta düzeyde anlamlı bir korelasyon saptanmıştır (rho: 0,422 p<0,001). Ayrıca giriş GKS değeri ile 1 yıllık GSS değeri arasında pozitif yönde ileri düzeyde anlamlı bir ilişki saptanmıştır (rho: 0,762 p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediyatrik kafa travmasının özelliklerinin değerlendirilmesi, prognostik faktörlerin bilinmesi, ortak algoritma oluşturulması ve hasta yönetiminin güncel literatüre göre standardize edilmesi sonuçlara olumlu katkıda bulunacaktır.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the features and injury mechanisms of pediatric head trauma, demographics of the patients and factors affecting the outcome and to present the common experience of neurosurgery and pediatric intensive care unit (PICU) in light of the current literature.
METHODS: Ninety-six of 110 children under the age of 18 who had sufficient data and were treated in PICU for head trauma between 2014 and 2018 were evaluated retrospectively. The association between age, sex, mechanism of injury, neurological examination at presentation, Glasgow coma scale (GCS) score, history of cardiopulmonary resuscitation, shock, blood glucose level, hypoxia, convulsion, mean arterial pressure, heart rate per minute, body temperature, intracranial pressure (ICP) values, surgical interventions and Glasgow outcome scale (GOS) scores was investigated.
RESULTS: There were 32 patients (33.3%) in mild head trauma group, 28 patients (29.1%) in moderate head trauma group and 36 patients (37.5%) in severe head trauma group. Isolated head trauma was present in 49 patients, and multitrauma was observed in the remaining. The rate of favourable outcome was 72.9% (70 patients), and that of unfavourable outcome was 27.1% (26 patients) with the mortality rate of 15.6%. A moderate and negative correlation between presenting GCS scores and presenting blood glucose levels (rho: -0.422 p<0.001), and a moderate and positive correlation between presenting GCS scores and presenting body temperature were observed (rho: 0.422 p<0.001). A highly significant positive correlation was observed between GCS and 1-year GOS scores (rho: 0.762 p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Analyzing the characteristics of pediatric head trauma, knowing the prognostic factors, developing a common algorithm and standardizing the management parallel to current literature will contribute to a favourable prognosis.

15.Tracheostomy in Children: Experience of a Tertiary Pediatric Intensive Care Unit
Muhterem Duyu
doi: 10.14744/hnhj.2019.68926  Pages 281 - 286
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda 3. Basamak çocuk yoğun bakım ünitemizde trakeostomi açılan ve taburculuk sonrası evde izlem programına alınan hastaların karakteristik özellikleri, evde izlem sonuçları ve elde edilen deneyimlerin paylaşılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs 2015- Haziran 2019 tarihleri arasında Medeniyet Üniversitesi, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Yoğun Bakım Ünitesinde trakeostomi açılan, aile eğitimi sonrası evde izlem programına alınan hastaların tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi.

BULGULAR: Çalışmaya 30’u erkek (%63.8), 17’si kız (%36.2) olmak üzere kriterleri sağlayan toplamda 47 hasta dahil edildi. Trakeostomi açılma günündeki mediyan yaş 33 ay (aralık, 2-205), yoğun bakım yatış süresi mediyan 66 gün (aralık, 15-174), taburculuk sonrası izlem süresi mediyan 845 gün (aralık, 60-1520) idi. Trakeostomi açılmasının en sık nedeni 17 hasta (%36.2) ile çoklu taravma idi. Hastaların 17’si (%36.2) ev tipi mekanik ventilatör ile taburcu edilirken, 30’u (%63.8) mekanik ventilatör desteksiz taburcu edildi. Kız cinsiyet ve ev tipi mekanik ventilatör desteğinde eve taburculuk, sağkalımı olumsuz yönde etkilemekte idi (p= 0.01, p= 0.019).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Trakeostomi ve ev tipi mekanik ventilasyon uygulaması çocuk yoğun bakım yatak sayısının sınırlı olduğu ülkemizde kronik bakım hastası yükünü hafifletme açısından iyi bir seçenektir. İyi bir eğitimle, farklı sosyo-kültürel seviyelere sahip aileler tarafından kolay ve güvenli bir şekilde uygulanabilen maliyet etkin bir yöntemdir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to share the characteristics, results and experiences of the patients who underwent tracheostomy in our tertiary pediatric intensive care unit and who were admitted to home monitoring program after discharge.
METHODS: The medical records of patients who underwent tracheostomy at the Pediatric Intensive Care Unit of Medeniyet University, Göztepe Training and Research Hospital between May 2015 and June 2019 and followed up at home monitoring program after family education were retrospectively analyzed.
RESULTS: A total of 47 patients 30 male (63.8%) and 17 female (36.2%) who met the criteria were included in the study. The median age on the day of tracheostomy was 33 months (range, 2-205), length of stay in the intensive care unit was median 66 days (range, 15-174), and the median follow-up after discharge was 845 days (range, 60-1520). The most common cause of tracheostomy was multiple trauma with 17 patients (36.2%). Seventeen (36.2%) of the patients were discharged with a home mechanical ventilator, while 30 (63.8%) were discharged without a home mechanical ventilator. Female sex and home discharge with home ventilator support adversely affected survival (p=0.01, p=0.019).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tracheostomy and home mechanical ventilation is a good option for reducing the burden of chronic care patients in our country where the number of pediatric intensive care beds is limited. It is a cost-effective method that can be implemented easily and safely by families with different social and cultural levels with good education.

16.Hypohidrosis and Dermatological Manifestations as Guides for the Severity of Carpal Tunnel Syndrome
Güldehan Atış, Başak Bilir Kaya
doi: 10.14744/hnhj.2018.74318  Pages 287 - 290
GİRİŞ ve AMAÇ: Karpal tünel sendromu (KTS) sık görülen bir tuzak nöropatidir. KTS ile ilişkili bazı deri bulguları ve hipohidrozis bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı KTS’li hastalarda hipohidroz insidansını ve eşlik eden deri bulgularını belirlemek ve KTS şiddeti ile hipohidrozis ve eşlik eden deri bulguları arasındaki potansiyel ilişkiyi ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: KTS tanılı 34 hasta çalışmaya alındı. KTS şiddeti hafif, orta, şiddetli olmak üzere 3 guruba ayrıldı. Tüm hastalar eşlik edebilecek deri bulgularını saptamak için muayene edildi. Terlemede değişikliği tespit etmek için iyot-nişasta testi yapıldı.
BULGULAR: 34 hastanın 29’unda (%85.3) KTS bilateraldi. 63 KTS’li el tespit edildi. 36 elde (%57.1) deri bulgusu saptandı. En sık gözlenen deri bulguları kontakt dermatit, parmaklarda ağrılı şişlik ve kserozisti. Hipohidroz 16 elde (%47) tespit edildi. Hipohidroz orta ve şiddetli KTS’li hastalarda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde sık tespit edildi (p: 0.000).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipohidroz KTS’de sık rastlanan ve hastalık şiddeti ile ilişkili bir bulgudur. Şüpheli deri bulgularının ve hipohidrozun varlığında KTS akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: Carpal tunnel syndrome (CTS) is a common entrapment neuropathy. Hypohidrosis along with some skin findings have been reported to be associated with CTS. Our aims are to detect the incidence of hypohidrosis and accompanying skin manifestations in patients with CTS and to investigate potential relationships between the severity of CTS and the accompanying skin manifestations/hypohidrosis.
METHODS: Thirty-four patients with CTS were enrolled in the study. The severity of CTS was divided into three categories: mild, moderate, and severe. The patients were examined to detect skin findings occurring due to CTS. The starch iodine test was applied to measure hypo- or hyperhidrosis.
RESULTS: Of the 34 patients, 29 (85.3%) had bilateral CTS and 63 hands with CTS were evaluated. Skin manifestations were detected in 36hands (57.1%) with CTS. The most common skin findings were contact dermatitis, painful swelling on fingers, and xerosis. Hypohidrosis was detected on 16 hands (47%) with CTS and was found to be statistically more common on the hands with moderate or severe CTS (p=0.000).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hypohidrosis is a common finding of CTS and is associated with severe disease. If there is presence of suspicious skin findings and hypohidrosis on hands and fingers, a differential diagnosis of CTS should be kept in mind.

17.Magnetic Resonance Angiographic Evaluation of Anatomic Variations of the Circle of Willis
Fethi Emre Ustabaşıoğlu, Serdar Solak
doi: 10.14744/hnhj.2018.74046  Pages 291 - 295
GİRİŞ ve AMAÇ: Beynin tabanında bir anastomoz damar ağı olan Willis Poligonu, serebral kan perfüzyonunun korunması için önemli bir anatomik yapıdır. Bu çalışmanın amacı, Willis Poligonunun farklı anatomik varyasyonlarını ve bunların prevalansını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek merkezli, retrospektif çalışmamızın hasta popülasyonuna kraniyal manyetik rezonans anjiyografi ile tetkik edilen 580 olgu dahil edildi. Willis poligonunun anatomisini değerlendirmek için üç boyutlu time of flight manyetik rezonans anjiyografi tekniği kullanıldı.
BULGULAR: Vakaların % 82'sinde Willis Poligonunun anteriyor bölümünün komplet yapıya sahip olduğunu görüldü. Posterior bölümünün vasküler yapısı olguların % 22.2'sinde komplet olarak izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Willis Poligonunun manyetik rezonans anjiyografi ile değerlendirmesinde posteriyor bölümünün varyasyonları daha sıktır ve çalışmamızda en sık görülen varyasyon bilateral posteryior kommunikan arter yokluğu olarak saptanmıştır.
INTRODUCTION: The Circle of Willis, an anastomotic vascular network at the base of the brain, forms an important collateral pathway to protect cerebral blood perfusion. This study aims to investigate the different anatomic variations of the Willis circle and their prevalence.
METHODS: The patient population for this single-centre, retrospective study consisted of patients who had brain magnetic resonance angiography. A total of 580 subjects were included in this study. The three-dimensional time-of-flight technique was used for MRA imaging to evaluate the anatomy of the circle of Willis.
RESULTS: The findings showed that the anterior part of the circle of Willis had a complete structure in 82% of the cases. The vascular structure of the posterior part was complete in 22.2% of the cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Posterior segment variations are more frequent in the Circle of Willis evaluation with magnetic resonance angiography, and the most common type of variation in our study was bilateral posterior communicating artery absence.

CASE REPORT
18.A Raynaud Phenomonic Attack Induced After an Adult Diphtheria-Tetanus Vaccine
Ahu Aksay, Mine Duzgol, Nuri Bayram, Ilker Devrim
doi: 10.14744/hnhj.2018.04274  Pages 296 - 298
Tetanoz aşısı eritem, endürasyon ve ağrı gibi lokal veya ürtiker, anafilaksi, periferik nöropati gibi sistemik reaksiyonlar yapabilir. Sol deltoid kasından erişkin tipi difteri-tetanoz aşısı uygulanmasından bir saat sonra her iki el ve ön kolda morarma, uyuşukluk ve soğukluk yakınmaları ile başvuran aşı yan etkisi olarak Raynaud Fenomeni tanısı konulan 13 yaşında bir hasta sunduk. Literatürde Td dahil aşılara bağlı gelişen RF olgusu bildirilmemiş olup bu olgunun erişkin tipi difteri-tetanoz aşısının kendisinden çok, enjeksiyon uygulamasından kaynaklanan bir yan etki olabileceğini düşündük.
Tetanus vaccine may cause systemic reactions, such as urticaria, anaphylaxis, and peripheral neuropathy or local reactions, such as erythema, endurance, and pain. We presented a 13-years-old patient who was administrated cyanosis, numbness, and coldness in both hands and forearms after one hour of vaccination adult-type diphtheria-tetanus from left deltoid muscle and evaluated vaccine side effects as Raynaud's phenomenon. Vaccine-induced Raynaud's phenomenon has not been reported in the literature, and this may be a side effect of the injection rather than the diphtheria-tetanus vaccine itself.

19.An ABPA Case with an Initial Diagnosis and Treatment of Smear-Negative Pulmonary Tuberculosis
Şeyma Özden, Arzu Deniz, Naciye Mutlu, Hüseyin Cem Tigin, Murat Kıyık
doi: 10.14744/hnhj.2018.83792  Pages 299 - 303
Allerjik bronkopulmoner aspergillozis (ABPA), Aspergillus fumigatus antijenlerine karşı oluşan bir hipersenitivite reaksiyonudur. Yayma negatif akciğer tüberkülozu tanısı koyup tüberküloz tedavisi başlamadan önce ayırıcı tanıda çoğu zaman gözden kaçabilmektedir. Bu olgu çalısmasında benzer bir durum örneklendirilmiş ve ABPA tanısının erken aşamalarda dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır. Astım öyküsü olan hastanın astım tedavisi altında giderek artan nefes darlığı ve hırıltılı solunum şikayetleri nedeni ile hastaneye başvurusu olmuştur. PA akciğer grafisinde pulmoner infiltrasyonlar saptanan hasta öncelikle pnömoni olarak kabul edilmiş, antibiyoterapiye rağmen şikayetlerinde gerileme olmamıştır. Balgam ARB sonuçları negatif gözlemlenmiştir. Antibiyoterapi sonrası PA akciğer grafide progresyon saptanan hastaya toraks bilgisayarlı tomografi (BT) cekilmiş ve tomurcuklanan ağaç manzarası ile kaviter lezyon saptanmıştır. Bunun üzerine hastaya klinik ve radyolojik olarak tüberküloz tedavisi başlanmıştır. Tüberküloz tedavisi ile şikayetlerinde gerileme olmayan hastanın tüm tetkikleri yeniden değerlendirilmiştir. Yapılan incelemelerde total IgE yüksekliği, periferik eozinifili varlığı, toraks BT’de santral bronşektazi, Aspergillus deri testinin pozitif olması ve hastanın astım tanısının olması sebebiyle ABPA düşünülmüş ve hastaya fiberoptik bronkoskopi (FOB) yapılmıştır. FOB ile alınan örneğin sitolojik incelemesi ABPA tanısını doğrulamıştır.
Allergic bronchopulmonary aspergillosis (ABPA) is a hypersensitive reaction to a fungus known as Aspergillus fumigatus. The differential diagnosis for ABPA is generally not considered before diagnosis and treatment of smear-negative pulmonary tuberculosis. In this study, we present an example case and aim to remind of ABPA. A patient with a history of asthma had increasingly developed shortness of breath and wheezing during asthma treatment. The patient was initially diagnosed with pneumonia based on pulmonary infiltration findings on PA x-ray. Antibiotherapy did not relieve the symptoms, and acid-fast bacteria (AFB) culture was negative. Upon detection of a progression of pulmonary infiltration on the second PA x-ray image, following the antibiotherapy, tree-in-bud (TIB) opacities and cavitary lesion were observed on computed tomography (CT) of the thorax and the patient was clinically and radiologically diagnosed with tuberculosis. Due to not observing any relief of symptoms after tuberculosis treatment and earlier findings, such as high level of total immunoglobulin E (IgE), presence of peripheral eosinophilia, diagnosis of central bronchiectasis on thorax CT image, positive Aspergillus skin test results and history of asthma, allergic bronchopulmonary aspergillosis (ABPA) was considered and verified by cytologic examination of specimens obtained through fiberoptic bronchoscopy (FOB).

20.A Case Report: A Case of Brucellosis Presenting with Pancytopenia
Nihan Uygur Külcü, Erdal Sarı, İlkay Özgen Sarı, Feyza Mediha Yıldız
doi: 10.14744/hnhj.2018.02419  Pages 304 - 307
Bruselloz, tüm dünyada yaygın izlenen zoonotik enfeksiyonlardan biri olup çocukluk çağında da görülmektedir. Özgül olmayan belirtilerle başlayan hastalık çok çeşitli semptom ve bulgular ile hematopoetik, kas-iskelet, sinir ve gastrointestinal sistemi etkileyebilir.
Yazımızda ateş ve artralji şikayetleri ile başvuran, tetkiklerinde pansitopeni sebebiyle malignite ile ayırıcı tanısı yapılan ve bruselloz tanısı konulan altı yaşında bir kız olgu sunulmuştur. Hasta uygulanan ikili tedavi ile (gentamisin ve trimethoprim-sulfametaksazol (TMP- SMZ) tamamen iyileşmiştir.
Brucellosis is one of the most prevalent zoonotic infections in the world. The disease begins with nonspecific symptoms and may affect hematopoietic, musculoskeletal, nervous and gastrointestinal system with a wide variety of symptoms and signs. In this study, we present a six-year-old girl who was admitted with fever and arthralgia diagnosed as brucellosis after excluding malignancy in the differential diagnosis. The patient recovered completely with gentamicin and trimethoprim-sulfamethoxazole (TMP-SMZ).

LookUs & Online Makale