1. | Ön Sayfalar Frontmatters Sayfalar I - X |
ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Kardiyopulmoner Resüsitasyon Eğitiminde Başarı Düzeyimiz: Nerede, Nerede Olması Gerekiyor? Our Level of Success in Cardiopulmonary Resuscitation Training: Where is it?, Where does it Need to be? Ahmet Sarı, Damla Akman, Hilal Akça, Aytekin Kaymakçı, Osman Ekincidoi: 10.14744/hnhj.2021.49354 Sayfalar 1 - 7 GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık alanında çalışan bütün personelin kardiyopulmoner resüsitasyon (CPR) uygulamalarıyla ilgili temel bilgi ve becerilerinin her zaman üst düzeyde olması gerekmektedir. Bizim bu çalışmamızdaki amacımız uzmanlık öğrencisi olarak görev yapan doktorların CPR uygulamalarındaki bilgi düzeylerinin tespit edilerek verilmesi gereken eğitimlerin; önceliği, içeriği ve sıklığını belirleyerek CPR’ la ilgili bilgi ve becerilerinin üst düzeyde tutulmasını sağlamaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Veriler araştırmacılar tarafından 2015 ERC kılavuzu referans alınarak güncel CPR bilgilerini ve eğitim durumlarını içeren 20 soruluk 4 seçenekten oluşan test formu hazırlanarak bir eğitim ve araştırma hastanesinde değişik kliniklerde çalışan araştırma görevlisi doktorların araştırmaya katılmaları sağlanarak toplandı. BULGULAR: Anesteziyoloji ve Reanimasyon ile acil servis kliniklerinin bilgi ve beceri düzeylerinin daha yüksek olduğu görüldü. Bir ay içerisinde uygulanan CPR sayısıyla bilgi ve beceri düzeyi arasında anlamlı bir ilişki mevcuttu, 2 ve üzeri CPR uygulayanların bilgi ve beceri düzeyinin daha yüksek olduğu tespit edildi.. CPR bilgi ve beceri düzeyinin eğitim sıklığıyla ilişkisi; 6 ay içinde, 1 yıl içinde ve eğitim almayanlardaki başarı düzeyi sırasıyla %67,89, %58,49 ve %55,25 olarak tespit edildi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Neredeyiz; CPR uygulamalarında bilgi ve beceri düzeyinin %59,52 olarak gerçekleşmesi olmamız gereken yerin çok gerisinde olduğumuzun göstergesidir. Nerede olmalıyız; CPR uygulaması çok önemli ve kritik bir müdahale olduğundan başarı oranının %90 ve üzerinde olması hedeflenmelidir. Bu düzeye ulaşabilmek için öncelikli olarak tüm kliniklerde düzenli CPR eğitimleri yapılmalı, bunun yanında özellikle ayda 0-1 arası CPR uygulayan kliniklerin seviyelerinin çok daha düşük olması bu kliniklerin eğitiminde ya etkin rotasyon proğramları ya da simülasyon temelli CPR eğitim modellerinin uygulanması hedefimize ulaşmamıza daha büyük katkı sağlayacaktır. Eğitimlerin 6 aydan daha kısa sürelerde düzenli olarak tekrarlanması bilgilerin güncellenmesini sağlayarak etkin CPR uygulamalarına önemli katkı sağlayacaktır. |
3. | Bir Taşla İki Kuş Öldürmek: Kadın İdrar Kaçırma Tedavisi Kadın ve Erkek Cinsel İşlevini İyileştirir Killing Two Birds with One Stone: Treatment of Female Urinary Incontinence Improves Female and Male Sexual Function Bahar Yüksel Özgör, Faruk Özgör, Pınar Yalçın Bahat, Abdullah Esmeray, İclal İlknur Özdemir, Ömer Sarılardoi: 10.14744/hnhj.2019.03780 Sayfalar 8 - 12 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı idrar kaçırma (UI) tedavisinin kadın ve erkek cinsel işlevleri üzerindeki etkisini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: UI tanısı alan ve cerrahi ile ve / veya tıbbi olarak tedavi edilen ve Aralık 2017 ile Temmuz 2018 arasında cinsel olarak aktif olan kadınlar çalışmaya prospektif olarak alındı. Hastaların demografik özellikleri değerlendirildi ve hastalar Üriner Tehlike Envanteri (UDI-6), İnkontinans Etki Anketi (IIQ-7) ve Kadın Cinsel İşlev İndeksi (FSFI) formlarını doldurdu. Ayrıca, partnerin yaşı, BMI ve cinsel durum (IIEF-5 puanı: Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi) kaydedildi. SUI hastalarında transobturator bant (TOT) operasyonu yapıldı. UUI olan hastalara antikolinerjik tedavi uygulandı. MUI hastalarında belirgin stres bileşeni olan TOT operasyonu uygulanip ve gerekirse antikolinerjik tedavi başlandı. Hastalar ilk tedavinin 3. ayında UDI-6, IIQ-7 ve FSFI anketlerini doldurdu ve partnerleri IIEF-5 formunu doldurdu. BULGULAR: Çalışmaya UI'li 40 kadın ve eşleri dahil edildi. UI tedavisinden sonra aylik cinsel ilişki sayısı anlamlı derecede artmıştı (ayda 3.3'e karşılık ayda 5.2, p: 0.001). Tedavi öncesi FSFI skoru ortalama 18.9 idi; UI tedavi edildikten sonra FSFI skoru 24.9'a yükseldi (p: 0.001). Ayrıca, kadınlardaki UI tedavisinden sonra, partnerlerin IIEF skorunda anlamlı bir iyileşme bulduk (18,5 - 22,5, p: 0,001). TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımız, kadınlarda UI tedavisinin, kadınlarda yaşam kalitesini ve cinsel işlevi ve eşlerinde cinsel aktiviteyi anlamlı şekilde iyileştirdiğini göstermiştir. |
4. | Tam Üretral Rüptüre Eşlik Eden Penil Kırıkların Cerrahi Tedavisi Surgical Treatment of Penile Fracture Accompanied by Complete Urethral Rupture Cevper Ersöz, Abdullah Ilktac, Yunus Çolakoğlu, Abdulmuttalip Şimsek, Senad Kalkandoi: 10.14744/hnhj.2021.78700 Sayfalar 13 - 18 GİRİŞ ve AMAÇ: Penil fraktüre ile beraber total üretra rüptürü nadir görülen bir durumdur. Bu çalışmanın amacı, penil fraktüre bağlı tam üretra rüptürü olmuş hastaların acil cerrahi rekonstrüksiyon sonrası uzun dönem alt üriner sistem semptomlarını ve cinsel fonksiyonlarını değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Komplet üretra rüptürü nedeniyle opere olan 5 hastanın preoperatif, peroperatif ve uzun dönem sonuçları değerlendirildi. Hastaların tanısının konulması için fizik muayene ve retrograd üretrografi çekimi esas alındı. Ameliyat verileri kayıt edilerek uzun dönem sonuçları için fizik muayene, Uluslararası Prostat Semptom Skoru (IPSS), Uluslararası Cinsel İşlev İndeksi (IIEF-5) formları ve üroflowmetri sonuçları değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 35.6±6.3 (25-42) ve ortalama takip süresi 18.4±9.9 ay idi. Penil fraktür 3 hastada cinsel ilişki sırasında, 1 hastada mastürbasyon ve 1 hastada uyku esnasında meydana geldi. Ameliyat sonrası hiçbir hastada erektil disfonksiyon gözlenmedi. Hastaların birinde anterior üretral darlık gelişti ve 1 hastada ereksiyon esnasında 15 ° penis eğriliği mevcuttu. TARTIŞMA ve SONUÇ: Üretroraji ve idrar yapamama üretra rüptürünü gösteren majör bulgulardır, bu hastalar retrograd üretrografi ile değerlendirilmelidir. Bu hasta grubunda korpus kavernozum ve üretranın erken dönemde cerrahi onarımının uzun dönem sonuçları gayet iyidir. |
5. | Nötrofil-Lenfosit Oranı veya Trombosit Lenfosit Oranı Acil Diyaliz Kararında Rol Olabilir mi? Could Neutrophil-Lymphocyte Ratio or Platelet Lymphocyte Ratio Have a Role in Urgent Dialysis Decision? Davut Tekyol, Nihat Müjdat Hökenek, İbrahim Altundağ, Burcu Genç Yavuz, Şahin Çolakdoi: 10.14744/hnhj.2020.64497 Sayfalar 19 - 23 GİRİŞ ve AMAÇ: Akut böbrek yetmezliği (ABY), serum kreatinin düzeyinde artış ve/veya idrar miktarında değişkenlik ile seyreden böbrek fonksiyonlarının akut kaybıdır. Kronik böbrek yetmezliği(KBY) böbreğe zarar veren, böbreğe ait olan veya sistemik birçok hastalıktan kaynaklanan, böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamadaki yetersizlikle beraber metabolik ve endokrin fonksiyonların kronik ve ilerleyici olarak bozulmasıdır. Çalışmamızda, acil servise başvuran enfeksiyon kliniği olan hastalar haricindeki kronik böbrek yetmezliği hastalarında NLR ve PLR'nin diyaliz öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldı. Amacımız hızlı ve ucuz bir test olan tam kan sayımındaki(hemogram) parametrelerin diyaliz öncesi ve sonrası değişimini incelemek ve bu değişimlerin acil diyaliz ihtiyacını belirlemede klinisyene bir fikir verip vermeyeceğini tartışmaktır YÖNTEM ve GEREÇLER: İstanbul Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nefroloji Kliniği Diyaliz Ünitesi’nde rutin diyaliz programı alan KBY hastaları incelendi. Çalışmamıza hastanemizde rutin diyaliz alan KBY hastalarından Ocak 2016 - Ocak 2018 tarihleri arasında çeşitli sebeplerle acil servise başvuran hastalar dahil edildi. Hastanın acil servise başvuru anında alınan kan örneği ile diyaliz sonrası alınan ilk kan örneği hemogram parametrelerinin değerlendirilmesinde esas alınmıştır. Hastalara ait tüm kan örnekleri aynı laboratuvar ve cihazda çalışılmıştır. Laboratuar incelemeleri MINDRAY BC6800 marka hemogram cihazı yapılmıştır. İstatiksel analiz olarak verilerin ortalama (mean) değerleri, standart sapmaları, ortanca (median) değerleri hesaplanmıştır. Student’s t test, chi-square test değişikenlerin karşılaştırılmasında kullanılmıştır. BULGULAR: Acil servisimize Ocak 2016 - Ocak 2018 tarihleri arasında toplamda 458 KBY hastası farklı sebeplerle başvurdu. Hastaların diyaliz öncesi ve diyaliz sonrası NLR oranları, tüm yaş gruplarında istatistiksel olarak anlamlı değişim göstermektedir(p<0,05). PLR oranlarında 52 yaş üzerindeki hastalarda diyaliz sonrası değerleri, diyaliz öncesi değerlerine göre anlamlı oranda düşüş göstermiştir(p<0,05). Öte yandan 52 yaş altındaki hastalarda PLR oranlarında istatistiksel olarak anlamlı bir değişim saptanmamıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Acil diyaliz ihtiyacını belirlemede NLR ve PLR oranlarındaki artış klinik değerlendirme ile birlikte acil dializ kararı vermede yardımcı olabilir. |
6. | Gece Enürezisi Olan Çocuklarda Otonom Sinir Sistemi Fonksiyonlarının Elektrofizyolojik Değerlendirilmesi Electrophysiologic Evaluation of the Autonomic Nervous System Functions in Children with Nocturnal Enuresis Elem Yorulmaz, Gülümser Aydın, Tutku Soyerdoi: 10.14744/hnhj.2020.54771 Sayfalar 24 - 30 GİRİŞ ve AMAÇ: Otonomik sinir sistemi nokturnal poliüri, uyanma bozukluğu veya detrüsör hiperaktivitesi gibi nokturnal enürezisin bazı etiyolojik faktörleri ile ilişkili gibi görünmektedir. Bu çalışmanın amacı nokturnal enürezisli (NE) çocuklarda otonomik sinir sistemi (OSS) fonksiyonlarını değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 22 NE’li ve 20 sağlıklı çocuk dahil edildi. Her iki grupta palmar ve plantar sempatik deri yanıtları (SDY) ve RR interval varyasyonu (RRIV) elektrofizyolojik yöntemlerle değerlendirildi. Minimum ve ortalama SDY latansları, maksimum ve ortalama SDY amplitüdleri, istirahat ve derin solunum sırasında RRIV, istirahat-derin solunum RRIV farkı ve oranı, istirahat ve derin solunumda maksimum-minimum RR interval oranı hesaplandı. Grup karşılaştırmalarında; anormal dağılmış veriler için Mann-Whitney U testi, normal dağılan veriler için ise bağımsız grup t-testi kullanıldı. BULGULAR: NE grubunda yaş ortalaması 10.75±3.49, kontrol grubunda ise 10.91±3.10 idi. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel anlamlı fark yoktu. (p> 0.05). Her iki grupta tüm vakalarda palmar ve plantar SDY’ler elde edildi. İki grup arasında SDY ve RRIV parametreleri açısından istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p> 0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgular enüretik çocuklarda OSS fonksiyonlarının normal olabileceğini göstermektedir. Ancak OSS disfonksiyonu, NE ile ilgili patogenetik mekanizmalardan bir ya da birkaçı ile ilişkili olabilir. Bu nedenle NE’li çocukların etiyolojik faktörlere göre sınıflandırıldığı gruplarda OSS fonksiyonlarını değerlendirmek OSS disfonksiyonu-NE ilişkisini göstermek adına daha faydalı olabilir. |
7. | Peyronie Hastalığı Tedavisinde Düşük Yoğunluklu Ekstrakorporeal Şok Dalgasının Değerlendirilmesi: Tek Kol Gözlemsel Çalışma Evaluation of Low-Intensity Extracorporeal Shock Wave in the Treatment of Peyronie’s Disease: A Single Arm Observational Study İbrahim Nüvit Tahtalı, Turgay Karataşdoi: 10.14744/hnhj.2022.48716 Sayfalar 31 - 35 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada düşük dansiteli extrakorporal dalga tedavisi (Low-İntensity Extracorporeal Shock Wave Therapy =Li-ESWT)'nin Peyronie hastalığı üzerine etkilerini incelemek amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Peyronie hastalığı olan 41 hastaya tedavi için Duolith SD1 Ultra cihazı ile Li-ESWT uygulandı. Peyroni hastalarında Li-ESWT yapılacak penis bölgesini klinik odaklama ile yani palpe edilen peyroni plak üzerine, her seansta toplam 300 atım (3,000 vuruş 0,25 mJ/mm2) 6 hafta haftada 1 seans uygulandı. Başlangıç ve Li-ESWT uygulandıktan 3. ay 6. ay ve 1 yıl sonra peyroni hastalarında, penil ağrı, penil kurvatur, penil plak büyüklüğü ve IIEF-5 skorlaması değeri kıyaslanarak bu yöntemin güvenilirliği ve etkinliği değerlendirilirdi. BULGULAR: Hastalara tedavi öncesi ve Li-ESWT tedavisinden sonra 3. ay, 6. ay ve 12. ay’daVas skorlamasında istatiski açıdan anlamlı bir düşme (p<0,001) bulunmuş iken, angulasyondaki değişim, IIEF-5 skorlamasında, plak büyüklüğünde, sırasıyla( p=0,950, p=0,162, p=0,162) anlamlı bulunmamıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: peyroni hastalığında Li-ESWT tedavisi ile hastaların ereksiyonda oluşan penil ağrı şikayetini azaltma dışında angulasyon, penil plak‘da küçülme ve cinsel fonksiyonlarda iyileşme sağlanamadığını göstermiştir. Verilerimize göre Li-ESWT, Peyronie hastalığında görülen penil ağrıyı azalttığı ancak penis eğriliğini azaltmada, plak boyutunu küçültmede ve cinsel işlevi iyileştirmede etkili görünmemektedir. |
8. | Cutibacterium Acnes (Eski adıyla Pripionibacterium Acnes) Omuz Artroskopisinde İnsidans ve Klinik Durumla İlişkisi Cutibacterium Acnes (Formerly Pripionibacterium Acnes) Incidence in Shoulder Arthroscopy and Correlation with the Clinical Status Mehmet Soyarslan, Mehmet Kerem Canbora, Gülçin Balköse, Ozkan Kose, Sebahat Aksaraydoi: 10.14744/hnhj.2020.99267 Sayfalar 36 - 41 GİRİŞ ve AMAÇ: Cutibacterium acnes (C.acnes), eski adıyla Propionibacterium acnes, düşük virülanslı, aerotoleran anaerob, gram pozitif, spor oluşturmayan, pleomorfik basillerdir. Özellikle omuz eklem cerrahisi sonrası implant ile ilişkili enfeksiyonlarda hastaların klinik sonuçlarını olumsuz etkileyen sık enfeksiyon nedenlerindendir. çalışmanın amacı omuz artroskopisi yapılan hastalardan ameliyat esnasında alınan doku örneklerinde C.acnes insidansını saptamak ve hastaların klinik sonuçlarını kültür sonuçları ile karşılaştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: 2016 Ocak – 2016 Temmuz ayları arasında hastanemizde omuz artroskopisi ameliyatı olan ve çalışmaya dahil olma kriterlerini karşılayan hastalar prospektif olarak değerlendirildi. Hastaların ameliyat öncesi VAS (visual analog scale) skoru, Quick-Dash, Constant skoru hesaplanarak kaydedildi ve ameliyat sonrası 6. aydaki verilerle birlikte değerlendirildi. Hastanın omuzundaki patolojiye göre 2 ya da 4 örnek alındı. Alınan örnekler 14 gün süre ile %5 koyun kanlı agara ve MacConkey agara ekildi. Kültür sonuçları hastaların klinik verileri ile karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmanın dahil olma kriterlerini karşılayan 39 hastayı 6 ay süre ile takip edildi (13 erkek 26 kadın). 39 hastanın 7’sinin kültüründe P.acnes üredi (%17.9). Kültürde üremeye göre skorların dağılımı açısından istatistiksel anlamlı farklılık bulunmadı. (Mann-Whitney U p<0,05) TARTIŞMA ve SONUÇ: Ameliyat öncesi cilt hazırlığı ve standart antibiyotik proflaksisine rağmen omuz artroskopisi esnasında en çok subakromiyal alana olmak üzere C.acnes inkübasyonu olmaktadır. Omuz artroskopisi esnasında alınan doku kültürlerinde C.acnes üreyen hastaların klinik sonuçları ile doku kültürlerinde C.acnes üremeyen hastaların klinik sonuçları arasında anlamlı fark görülmemiştir. Literatürde C.acnes, omuz bölgesinde persistan ağrı ve artroz ile ilişkilendirilmiştir. Ancak 6 aylık takiplerde elde edilen sonuçlar hipotezimiz ile uyumlu değildir. |
9. | Proksimal Üreter Taşlarının Şok Dalgası Litotripsi ile Tedavisinde Başarıyı ve Tekrar Kabulü Etkileyen Faktörler Factors That Affecting Success and Re-admission in the Treatment of Proximal Ureteral Stones with Shock Wave Lithotripsy Tuncay Toprak, Musab Ali Kutluhan, Yavuz Onur Danacıoğlu, Yusuf Arıkan, Umut Arslan, Ramazan Topaktaşdoi: 10.14744/hnhj.2020.03064 Sayfalar 42 - 47 GİRİŞ ve AMAÇ: Ekstrakorporeal şok dalgası litotripsi üriner sistem taş hastalığında uygulanan yöntemlerden biridir. Ekstrakorporeal şok dalgası litotripsi oldukça yüksek başarı oranına sahiptir ve başarısını etkileyen birçok faktör vardır. Çalışmamızda proksimal üreter taşlarında şok dalgası litotripsi sonuçlarımızı, şok dalgası litotripsi sonrasında hastaneye tekrar başvuru nedenlerini ve yapılan ek müdahaleler sonrası elde edilen nihai başarıyı sunmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2017 ile Ekim 2019 tarihleri arasında proksimal üreter taşı nedeni ile şok dalgası litotripsi uygulanan 18 yaş ve üzeri 142 hasta retrospektif olarak incelendi. Çalışmada değerlendirmeye alınan hastaların yaşları, cinsiyetleri, vücut kitle indeksleri, taşın lateralitesi, taş boyutları ve volümü, taş-cilt mesafesi, taşın dansitesi [Hounsfield, (HU)], hidronefroz dereceleri, şok dalgası litotripsi seans sayısı, hastanın tekrar başvuru nedenleri ve final başarı sonuçları değerlendirildi. Başarı yapılan işlemler sonrası 1.ayda kontrastsız BT’de tam taşşız olması veya tespit edilen taşın boyutunun <4 mm olması olarak tanımlandı. Şok dalgası litotripsi ile başarı elde edilemeyen hastalara endoürolojik girişimler uygulandı ve final başarı oranı belirlendi. Komplikasyonlar Clavien- Dindo klasifikasyonuna göre sınıflandırıldı. BULGULAR: Ekstrakorporeal şok dalgası litotripsi başarısına yaş, vücut kitle indeksi, taşın lateralitesi, renal ektazi derecesi, şok dalgası litotripsi seans sayısı, taş-cilt mesafesinin herhangi bir katkısının olmadığı görülmüştür (p>0,05). Şok dalgası litotripsi başarısını etkileyen faktörler arasında erkek cinsiyette olmak, taşın boyutu, taşın volümü ve taşın dansitesi; final başarıyı ise taş-cilt mesafesi ve renal ektazi derecesinin etkilediği görüldü (p<0.05). Şok dalgası litotripsi sonrası başarı elde edilen ve edilmeyen gruplara bakıldığında, başarısız grupta komplikasyon gelişimi daha fazla görüldü (p<0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Proksimal üreter taşlarında taş volümü, taşın boyutu ve dansitesi şok dalgası litotripsi başarısını etkileyen faktörler arasındadır. Minimal invaziv bir işlem olan şok dalgası litotripsinin gerekli durumlarında yapılan ek müdahaleler sonrası final başarı oranı arttırılabilir. |
10. | Kronik Viral Hepatit C Hastalarında İnterferon Bazlı Tedavilerin Başarı Oranı ve Tedavi Başarısını Etkileyen Faktörler The Success Rate of Interferon-Based Treatments in Chronic Viral Hepatitis C Patients and Factors Affecting Treatment Success Semiha Çelik Ekinci, Saadet Yazıcı, Ayşe Canan Üçışık, Pınar Ergen, Özlem Aydın, Arzu Doğru, Fatma Gümüşer, Fatma Yılmaz Karadağ, Şafak Kızıltaş, Güralp Taşan, Celal Ulaşoğlu, Feruze Yılmaz Enç, Nail Özgüneş, İlyas Tuncer, Mustafa Haluk Vahaboğludoi: 10.14744/hnhj.2021.36034 Sayfalar 48 - 53 GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik viral hepatit C'li hastaların tedavi başarısını ve tedavi başarısını etkileyen faktörleri incelemek. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma; İnfeksiyon Hastalıkları ve Gastroenteroloji polikliniklerinde takipli kronik viral hepatit C’li hastaların dosyaları taranarak yapıldı. Demografik ve klinik özellikler (hepatomegali veya splenomegali varlığı, komorbidite tedavi protokolleri ve yan etkileri) incelendi. BULGULAR: Çalışmaya 418 hasta dâhil edildi. Hastaların yaş ortalaması 48,4 (min: 27-max: 76) yıldı. %40,4’ü (n=169) erkekti. 50 hastada hepatomegali, 45’inde splenomegali mevcuttu. Hastaların %79.9'unda komorbidit hastalık yokken, %13.4'ünde diyabet, % 5.3'ünde tiroid disfonksiyonu, %1.4'ünde her ikisi de vardı. 4 hastada hepatoselüler karsinom, 29 hastada siroz, 33’ünde ise yan etki gözlendi. 4 hasta ribavirin, 32 hasta klasik-interferon, 13 hasta pegile-interferon, 69 hasta klasik-interferon+ribavirin, 297 hasta pegile-interferon+ribavirin, 3 hasta klasik-interferon+ribavirin+pegile-interferon almıştı. Hastaların 12’si “tedavi altında alevlenme”, 14’ü “kısmi yanıtlı”, 89’u “nüks”, 124’ü “tam yanıtsız”, 179’u ise “kalıcı viral yanıt (KVY)” ile sonuçlandı. Genel olarak, en başarılı sonuçlar pegile interferon + ribavirin ile tedavi edilen hastalarda elde edildi. Tek değişkenli karşılaştırmalarda,KVY'li hastalarda genç yaş, splenomegali yokluğu ve siroz olmaması anlamlıydı. Çok değişkenli analizde, kombine tedavinin,KVY'li hastalar arasında bağımsız olarak anlamlı olduğu bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmamızda hastaların interferon bazlı tedaviye yanıt oranı %42,8 olup, genç yaş, kadın cinsiyet, organomegali yokluğu bu oranı arttıran fartörler olarak belirlenirken, çoklu analize göre de, kombine tedavi verilmesinin tek başına bağımsız olarak KVY üzerine etkili olduğu belirlenmiştir |
11. | Diyabetik Retinopati ve Panretinal Fotokoagülasyonun Retrobulbar Kan Akımı Üzerine Etkileri The Effects of Diabetic Retinopathy and Panretinal Photocoagulation on Retrobulbar Blood Flow Zeynep Acar, Suat Akı, Turgay Kahraman, Tomris Şengördoi: 10.14744/hnhj.2019.59354 Sayfalar 54 - 58 GİRİŞ ve AMAÇ: Diabetik hastalarda retinopatinin ve panretinal fotokoagulasyonun (FK), sistemik faktörlerle birlikte, retrobulber kan akımına etkilerinin araştırılması YÖNTEM ve GEREÇLER: Farklı evrelerdeki retinopatileri nedeniyle panretinal FK uygulanmış ve uygulanmamamış 62 Tip 2 diabetik hasta ve 15 kişilik kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Tüm olguların BUN, kreatinin ve HbA1c değerleri alındı. Oftalmik arter ve santral retinal arter tepe sistolik hız ve diastol sonu hız ölçümleri oftalmik renkli doppler US ile ölçülüp rezistif indeks hesaplandı. BULGULAR: Diabetik hastalarda, oftalmik arter parametrelerinde daha düşük kan akım hızı ve daha yüksek rezistif indeks hesaplanırken, proliferatif grupta laser fotokoagulasyon uygulanan ve uygulanmayanlar arasında anlamlı fark bulunmadı. BUN ve kreatinin düzeyleri hastalık evresiyle artış gösterirken, Hb A1c nin özellikle retinopatisi olmayan grupta diğer gruplara göre anlamlı derecede düşük olduğu görüldü ancak kan akım hızları ile direkt ilişki saptanmadı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Diabetik hastalarda retrobulber kan akım hızları hastalığın ilerlemesiyle azalırken panretinal fotokoagulasyonun bu parametreleri etkilemediği düşünülmektedir. HbA1c hastalık evresiyle ilişkili görünmektedir. |
12. | Minör Künt Kafa Travması Olan Yaşlı Hastalarda Kafa İçi Yaralanmayı Öngörmede Skalp Hematomunun Önemi The Importance of Scalp Hematoma In Predicting Intracranial Injury in Elderly Patients with Minor Blunt Head Trauma Hüseyin Acar, Adnan Yamanoğludoi: 10.14744/hnhj.2021.24471 Sayfalar 59 - 64 GİRİŞ ve AMAÇ: New Orleans Kriterleri ve Kanada Beyin Bilgisayarlı Tomografi (BT) kuralları gibi yetişkin hastalarda beyin BT endikasyonlarını belirlemek için yaygın olarak kullanılan birkaç kriter geliştirilmiştir. Ancak bu kriterlerin yaşlı popülasyonda uygun duyarlılığa sahip bir alt grup analizi yapılmamıştır ve bu popülasyon için güvenilirlikleri tartışmalıdır. Bu nedenle yaşlı popülasyonda intrakraniyel yaralanmayı (IKY) öngörebilen yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çalışmanın amacı, 65 yaş üstü popülasyonda IKY'yı belirlemede travma bölgesinin ve skalp hematomunun boyutunun rolünü değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif, gözlemsel çalışma, bir üçüncü basamak eğitim ve araştırma hastanesinin acil servisinde yaklaşık üç yıl boyunca yürütülmüştür. 65 yaş üstü minör kafa travmalı hastalar ardışık olarak çalışmaya dâhil edildi. Bu hastalarda kafa travması alanı, saçlı deri hematomu varlığı ve hematom boyutunun IKY olan ve olmayan hastalar arasında farklılık gösterip göstermediği istatistiksel olarak hesaplandı. IKY olan ve olmayan hastaları ayırt etmede hematom çapının başarısını test etmek için ROC eğrileri çizilmiştir. Kafa travma bölgelerin karşılaştırılmasında ikili oranlı t-testi kullanıldı. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 405 hastanın 27 tanesinde IKY vardı. IKY'lı hastalarda ortalama skalp hematom çapı 68±25 mm iken, IKY olmayan hastalarda 16±21 mm idi ve aradaki fark anlamlıydı (p< 0.001). Frontal ve parietal bölgede 29,5 mm’den, oksipital bölgede 48 mm’den ve temporal bölgede 35 mm’den küçük bir hematom olması IKY’yı %100 negatif prediktif değer ile dışlıyordu. Temporal bölge frontal bölgeden %22 (-0.223 (-0.375; - 0.071)), oksipital bölgeden 15% (0.150 (-0.009; 0.311)) ve pariatal bölgeden 20% (0.201 (0.044; 0.358)) daha riskli bulunmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: Minör kafa travması olan 65 yaş üstü hastalarda skalp hematomunun yeri ve boyutu IKY'yı tahmin etmek için yararlı bir parametre olabilir ve bu popülasyonda beyin BT endikasyonlarını belirlemek için bir parametre olarak kullanılabilir. |
13. | Weishaupt Faset Derecelendirme Sistemi Faset Eklem Tıkanıklığında İyileşmeyi Etkiler mi? Does the Weishaupt Facet Grading System Affect Healing in Facet Joint Blockage? Ali Erhan Kayalardoi: 10.14744/hnhj.2020.00907 Sayfalar 65 - 69 GİRİŞ ve AMAÇ: Bel ağrısı toplumda en sık görülen şikayetlerden biridir. Normal populasyonun yaklaşık %25'i hayatında en az bir kez bel ağrısından yakınmaktadır. Bu bireylerin de yaklaşık %10'u bundan dolayı hekime başvurmaktadır. Faset kaynaklı patolojiler, bel ve kalça ağrılarının en önemli sebeplerinden biridir. Bu nedenle medikal tedaviye yanıt vermeyen olgularda faset eklem blokajları etkili bir yöntem olarak kullanılmaktadır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmamızda kliniğimizde faset kökenli bel ağrısı olduğu düşünülen 175 olguya uygulanan faset eklem blokajlarının sonuçları retrospektif incelenmiştir. Faset kökenli ağrı ön tanısı ile Temmuz 20013-Ağustos 2018 tarihleri arasında kliniğimize interne edilerek faset blokajı uygulanan 175 hastanın verileri incelenmiştir. Weishaupt skorları ile işlem öncesi ve işlem sonrası Visuel Analog Skala (VAS) değerleri arasındaki ilişki değerlendirildi. BULGULAR: Grade 1, grade 2 ve grade 3 olan hastaların preoperatif Visuel Analog Skala (VAS) değerleri sırasıyla 7.4±0.6, 7.6±0.7 ve 7.5±0.7 idi. Bu grupların postoperatif VAS değerleri ise sırasıyla 4.1±0.7, 3.8±0.6 ve 3.7±0.7 olarak değerlendirildi. Her üç grupta da preoperatif ve postoperatif değerler arasında anlamlı fark saptandı. (p<0.05), ancak Weishaupt grade ile blokajin etkisi arasinda anlamli bir fark bulunamadi (p>0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Faset eklem blokaji, lumbago sikayeti olan hastalarda anlamli düzelme saglamis ve yasam konforlarini arttirmistir, ancak blokaj öncesi faset eklem gradelemesinin anlamli bir önemi ve tedavi sonucuna etkisi yoktur. |
14. | Osteoporoz ile ABO/Rh Kan Grubu Antijenleri Arasında Bir İlişki Var mı? Is There a Relation Between Osteoporosis and ABO/Rh Blood Group Antigens? Balkan Şahin, Ali Erhan Kayalar, Mustafa Efendioğlu, Salim Katardoi: 10.14744/hnhj.2021.17363 Sayfalar 70 - 74 GİRİŞ ve AMAÇ: ABO ve Rhesus (Rh) kan grubu antijenleri birçok hastalığın etiyolojisinde rol oynamaktadır. Bu çalışmadaki amacımız bu antijenlerin osteoporoz gelişimine etkilerini belirlemektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Balıkesir Üniversite Hastanesi'nde Mayıs 2014 - Ekim 2019 tarihleri arasında osteoporotik vertebral korpus kırığı nedeniyle kifoplasti yapılan tüm hastalar geriye dönük olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, kırık seviyeleri, T skorları, visial analog skala skorları, oswestry disability indeks skorları ve kan grupları hastane veri sisteminden alınarak her hasta için kayıt altına alındı. Çalışma hastaları arasında kan grubu dağılımı verileri aynı bölgedeki sağlıklı bireylerin verileriyle karşılaştırıldı. BULGULAR: ABO kan grupları sonuçları osteoporotik vertebra kırığı gelişme riski açısından istatistiksel olarak anlamlı değildi. "Rhesus pozitif" kan grubu, yüksek osteoporotik vertebra kırığı insidansı (% 91.5) ile ilişkilidir ve "Rhesus negatif" kan grubu, osteoporotik vertebra kırığı ile en az ilişkiye sahiptir (% 8.5). Sağlıklı kontrollerin osteoporotik vertebra kırığı grubuyla karşılaştırılması, Rh pozitif hastaların osteoporotik vertebra kırığı gelişimi açısından daha yüksek risk altında olduğunu ortaya koydu. (p = 0,026). TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın bulguları, osteoporoz gelişiminde çevresel etki ve genetik faktörlerin yanı sıra Rh kan antijeninin de etkili olduğunu sunmaktadır. |
15. | Türkiye'deki Üniversitelerde Öğretim Üyesi Olarak Çalışan Kardiyologların Akademik Verimliliği: Bir Bibliyometrik Analiz Çalışması Academic Productivity of Cardiologists Working as Faculty Members in Universities in Turkey: A Bibliometric Analysis Study Bihter Şentürk, Turhan Kahraman, Mehmet Birhan Yılmaz, Volkan Hancıdoi: 10.14744/hnhj.2022.93270 Sayfalar 75 - 81 GİRİŞ ve AMAÇ: Bibliyometrik çalışmalar akademik üretkenliğin değerlendirilmesi açısından önemlidir. Amaç, Türkiye’deki üniversitelerde öğretim elemanı olarak görev yapan kardiyologların akademik üretkenliklerini yayın sayısı, atıf sayısı ve h-endeksleri açısından araştırmak ve bu metriklerin akademik unvan ve cinsiyet ile ilişkisini incelemektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Türkiye’deki üniversitelerin kardiyoloji anabilim dallarında profesör, doçent, doktor öğretim üyesi ve öğretim görevlisi olarak görev yapan kardiyologlar, Yükseköğretim Kurulu Akademik Arama platformu kullanılarak belirlendi. Kardiyologların yayın ve atıf sayıları ile h-endeksleri Scopus veri tabanından elde edildi. BULGULAR: Çalışmada 760 kardiyologdan alınan veriler analiz edildi. Kardiyologların %84’ü erkekti (n=639). Kardiyologların %51,1’i profesör (n=388), %21,6’sı doçent (n=164), %23,4’ü doktor öğretim üyesi (n=178) ve %3,9’u (n=30) öğretim görevlisiydi. Kadınlarda doçent oranı (%12,4) erkeklerdekinin (%23,3) yaklaşık yarısı kadardı. Toplam yayın ve atıf sayısı ile h-endeksleri açısından unvanlar arasında anlamlı farklılıklar vardı (tüm p-değerleri<0,001). Medyan yayın ve atıf sayısı ile h-endeksi profesörlerde en yüksek iken, onları her üç değişkende de doçentler izledi. Doktor öğretim üyesi ve öğretim görevlileri arasında tüm ölçütler açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Cinsiyete göre karşılaştırıldığında, erkek doçent ve doktor öğretim üyelerinin yayın ve atıf sayıları ve h-endeksleri kadın meslektaşlarına göre anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Türkiye’deki üniversitelerde kardiyoloji anabilim dallarında çalışan kardiyologların akademik üretkenlikleri, yayın ve atıf sayıları ve h-endeksleri kullanılarak sunulmuştur. Unvan arttıkça akademik verimliliğin arttığı tespit edilmiştir. Kardiyologların çoğu erkekti. Doçent ve doktor öğretim üyesi erkek kardiyologların akademik üretkenliği kadın meslektaşlarına göre daha yüksekti. |
16. | Gebeliğin İntrahepatik Kolestazında Perinatal Sonuçların Değerlendirilmesi Evaluation of Perinatal Outcomes in Intrahepatic Cholestasis of Pregnancy Koray Gök, Asude Özgül, Erdal Yılmaz, Nazife Reyyan Gök, Mehmet Sühha Bostancı, Selçuk Özdendoi: 10.14744/hnhj.2022.34654 Sayfalar 82 - 86 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, kliniğimizde Gebeliğin İntrahepatik Kolestazı (GİK) nedeniyle takip edilen olguların perinatal sonuçlarını retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Nisan 2015-Mart 2021 tarihleri arasında Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'ne başvuran ve Gebeliğin İntrahepatik Kolestazı (GİK) tanısı konulan 71 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi. BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 28.9 ± 4.8 idi. Tanı anındaki ortalama gebelik haftası 31.9 ± 2.4 hafta ve doğumdaki ortalama gebelik haftası 36.7 ± 1.5 hafta idi. Hastaların 20’sinin (%28.2) 37. gebelik haftasından önce preterm doğum yaptığı saptandı. Tanı anındaki gebelik haftası preterm doğum yapanlarda (30.5 ± 1.7) preterm doğum yapmayanlara (32 ± 2.5) göre istatistiksel olarak anlamlı derecede küçük saptandı (p: 0.025). Korelasyon analizi yapıldığında, tanı anındaki gebelik haftası ile preterm doğum arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede negatif yönde korelasyon saptandı (p: 0.024, r: -0.268). TARTIŞMA ve SONUÇ: GİK, her ne kadar anne için benign bir durum olsa da fetüste önemli komplikasyonlara yol açabilmektedir. Bu nedenle, erken tanı ve aktif yönetim, GİK ile ilgili olumsuz komplikasyonları azaltmada esastır. |
17. | Ameliyat Öncesi Kan Enflamatuar Belirteçleri Açısından Tipik ve Atipik Hipokampal Skleroz Arasında Bir Fark Var mı? Is there a Difference between Typical and Atypical Hippocampal Sclerosis Regarding Pre-Operative Blood Inflammatory Markers? Rahsan Kemerdere, Oğuz Baran, Orkhan Alizada, Sureyya Toklu, Mehmet Yiğit Akgun, Seher Naz Yeni, Taner Tanriverdidoi: 10.14744/hnhj.2020.82713 Sayfalar 87 - 92 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu retrospektif çalışmanın amacı ameliyat öncesi inflamatuvar belirteçlerin tipik ve atipik hipokampal sklerozlu (HS) hastalarda farkının ortaya konmasıdır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla çalışmaya, ilaca dirençli temporal lob epilepsi nedeniyle ameliyat edilen 44 hasta dahil edilmiştir. Ameliyat öncesi elde edilen hemogram sonuçlarından nötrofil, lenfosit, monosit, platelet sayıları ve nötrofil-lenfosit oranı, platelet-lenfosit oranı, lenfosit-monosit oranı ve sistemik-inflamasyon indeksi hesaplanmıştır. BULGULAR: Tipik HS hastalarında atipik HS hastalarına göre inflamatuvar belirteçlerin çoğu yüksek seviyede bulunsa da anlamlı fark saptanmamıştır. Belirteçlerin hiçbiri nöronal kayıp ile korelasyon göstermemiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Tipik ve atipik HS hastaları arasında fark olmasa da, bazı inflamatuvar belirteçlerin atipik HS hastalarına göre nöronal kaybın ciddi olduğu tipik HS hastalarında yükselme eğilimi gösterdiği saptandı. Daha fazla hasta satısını içeren retrospektif and tercihen prospektik ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. |
18. | D Vitamini Düzeylerinin Çocuklarda Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu Sıklığına Etkisi The Effect of Vitamin D Levels on the Frequency of Upper Respiratory Tract Infection in Children Aysun Boğa, Ebru Şahin, Mehmet Karacı, Çiğdem Yanar Ayanoğlu, Yusuf Kaya, Yasin Dağdoi: 10.14744/hnhj.2019.16769 Sayfalar 93 - 96 GİRİŞ ve AMAÇ: D vitamini yetersizliği ve eksikliği kemik ve mineral metabolizması dışında bir çok sistemi etkilemektedir. Çalışmamızda Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu görülme sıklığı ile D vitamini düzeyleri arasındaki ilişki araştırıldı. YÖNTEM ve GEREÇLER: 2015 -2016 yılları arasında çocuk polikliniğimize başvurup Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu tanısı alan hastaların dosyaları restrospektif olarak değerlendirildi. D vitamini düzeyi bakılmış olan 430 olgu çalışmaya dahil edildi. Olguların son 1 yıl içerisinde geçirilmiş Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu sayıları kaydedildi ve D vitamini düzeylerine göre 3 gruba ayrıldı. Serum 25 (OH) D3 düzeyleri 20-100 ng/ml arasında yeterli,12-20ng/ml arasında yetersiz, <12 ng /ml ise eksik olarak kabul edildi ve bunlar arasındaki ilişki değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmamızda 0 ile 18 yaş arasında, 225 (% 52,3) kız ve 205 (%47,7) erkek çocuk yer aldı. Çocukların %15,3’ünün D vitamini düzeyi 12 ng/ml’nin altında (1.grup), %32,2’sinin 12 -20 ng/ml’nin arasında (2.grup ), %52,5’inin 20-100ng/ml’nin (3.grup )arasında idi. Çalışmamızda 1.grupta yıllık Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu sıklığı ortalama 1,95, 2.grupta 2,12, 3. grupta 1,75 idi. Üst solunum Yolu Enfeksiyonu sıklığı D vitamini 20-100 ng /ml olan grupta, <20 ng /ml olan grup ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu (p<0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: D vitamini düzeyi yeterli olan çocuklarda Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu sıklığının diğer gruplara göre anlamlı derecede düşük olduğu görüldü. D vitamini yetersiz ve eskik olan çocuklarda D vitamini desteğinin verilmesi bir çok sistem üzerinde olumlu etkisi olduğu gibi üst solunum yolu enfeksiyonu sıklığını da azaltacağı düşünülebilir. |
19. | Erektil Disfonksiyon ve Prediyabet Arasındaki İlişki The Relationship Between Erectile Dysfunction and Prediabetes Muzaffer Akçay, Eray Metin Güler, Emin Cenan Coşkun, Fatih Gevher, Habib Akbulut, Taha Süreyya Firidindoi: 10.14744/hnhj.2021.32848 Sayfalar 97 - 100 GİRİŞ ve AMAÇ: Erkeklerde erektil disfonksiyon (ED), hem gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkelerde önemli bir halk sağlığı sorunu haline gelen diabetes mellitus'la birlikte görünen bir komplikasyonudur. ED, hastaların refahını tehdit eder, bu nedenle risk faktörlerini belirlemek ve erken aşamada kontrol etmek, ciddi sonuçları ve hastalığın yükünü önlemek için hayati önem taşır. Bu nedenle, çalışmamızda üroloji polikliniğine ED tanısı alan hastalarda pre-diyabetik risk faktörlerini değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 40 ED tanısı alan 25-55 yaşındaki gönüllülerle, aynı demografik özellikte sağlıklı gönüllüler dâhil edildi. Çalışmaya katılan tüm gönüllülerde rutin HbA1c düzeyleri incelendi. BULGULAR: HbA1c düzeyleri hasta grubunda 5,94±1,12, sağlıklı kontrol grubunda 5,23±0,56 çıkarak istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p<0,001). Hasta grubunda HbA1c ile ED skorlaması arasında orta düzeyde negatif korelasyon bulunmuştur (r= -0,574; p=0,000). TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ile ED tanısı alan hastalarda pre-diyabet riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Bu nedenle ED hastalarında diyabet risk faktörü olarak HbA1c düzeyleri düzenli kontrol edilmelidir. |
20. | Sakrokoksigeal Teratomlu Hastalarda Üriner Sistem Patolojilerinin Değerlendirilmesi Evaluation of Urinary System Pathologies in Patients with Sacrococcygeal Teratomas Hayriye Nihan Karaman Ayyıldız, Şafak Karacay, Ali Sayan, Ahmet Arıkandoi: 10.14744/hnhj.2021.32659 Sayfalar 101 - 106 GİRİŞ ve AMAÇ: Sakrokoksigeal teratomlar (SKT), yenidoğan döneminde en sık görülen germ hücreli tümörlerdir. SKT'li çocuklarda işeme disfonksiyonu insidansı yüksektir ve kökeni genellikle nörojeniktir. Teratomun tipi ve derecesinde pelvik innervasyonun üriner kontinansında istenmeyen etkilere neden olabileceği bilinmektedir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada; 1996-2004 yılları arasında yenidoğan ve süt çocukluğu döneminde SKT nedeni ile ameliyat edilen 11 hastanın idrar mikroskobu, abdominal ultrason, işeme sistoüretrografisi ve ürodinamik çalışma dahil olmak üzere tam bir ürolojik muayenesi yapıldı. BULGULAR: Hastalarımızın üçünde Tip I, altısında Tip II ve ikisinde Tip III tümör vardı. Takip sırasında dört hastada nüks meydana geldi. Hidronefroz iki hastada tek taraflı ve iki hastada çift taraflı olarak bulundu. Ürodinamik çalışmalarda; dört hastada düşük mesane kompliyansı, beş hastada detrüsör sfinkter dissinerjisi, beş hastada stabil olmayan detrüsör kasılması ve bir hastada nörojenik mesane sfinkter disfonksiyonu bulduk. TARTIŞMA ve SONUÇ: SKT evresi ile üriner patolojik bulgular ve kontinans arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Problemli cerrahi geçirenler, yapılan işlemlerin tipi ve sayısı, invazyon varlığı, tümör boyutu, nüks, şüphesiz cerrahın tekniği hakkındaki veriler komplikasyonların ortaya çıkmasında etkili faktörler olduğunu düşündürmüştür. Çalışma, SKT'li hastalarda ürodinamik çalışmaların diğer çalışmalarla birlikte yapılması gerektiğini düşündürmektedir. |
21. | Pitozis Olgularında Cerrahi Sonuçlarımız Our Surgical Outcomes in Cases with Ptosis Okşan Alpoğan, Akın Banaz, Adnan İpçioğlu, Necdet Cinhüseyinoğlu, Mehmet Okan Arslandoi: 10.14744/hnhj.2020.16023 Sayfalar 107 - 112 GİRİŞ ve AMAÇ: Ptosiz cerrahi sonuçlarını değerlendirmek. YÖNTEM ve GEREÇLER: Primer olarak Levator fonksiyonuna göre cerrahi karar verilen 51 hastanın 60 gözüne çeşitli cerrahi yöntemler uygulandı. En az 3 ay ve en uzun 41 ay takip edilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. BULGULAR: Elli bir hastanın 60 gözü çalışmaya dahil edilmiştir. Fasanella-Servat ve aponevroz cerrahisinde % 100, frontal askıda % 85.7, levator rezeksiyonunda % 91.6 olmak üzere toplamda % 91.6 başarılı sonuç elde edildi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Levator fonksiyonu cerrahi yöntemi belirlemede önemlidir. Levator fonksiyonu iyi olan hastalarda başarı oranı yüksektir. Cerrahi sırasında göz kapağı seviyesinin ayarlanması ve erken post operatif yeniden düzeltme başarıyı arttırır. |
OLGU SUNUMU | |
22. | Lambda Hafif Zincir Alçı Nefropatisi: Bir Olgu Sunumu Lambda Light Chain Cast Nephropathy: A Case Report Elif Sitre Koçdoi: 10.14744/hnhj.2020.69783 Sayfalar 113 - 115 Serbest hafif zincir aşırı üretimi, altta yatan plazma hücreli diskrazi ya da lenfoproliferatif bir hastalığa bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Aşırı üretim sonucu proksimal tübülün katabolize etme kapasitesi aşıldığında, üretilen fazla hafif zincirler distal tübüle ulaşarak orada birikime ve böbrek fonksiyonlarında bozulmaya neden olur. Cast nefropatisi olarak adlandırılan bu durum en sık multiple myelomda görülmekle birlikte Waldenström makroglobülinemisi, lenfomalar ile de ilişkili olabilir. |