ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 52 (1)
Cilt: 52  Sayı: 1 - 2012
ARAŞTIRMA MAKALESI
1. 
Türkiye'nin İki Farklı Bölgesinde Çocukluk Çağında Görülen Deri Hastalıklarının Prevelansı: Retrospektif Bir Değerlendirme
Prevalance Of Skin Diseases In Childhood In Two Different Region of Turkey: The Retrospective Analysis
Emine Çölgeçen, Öznur Küçük, Ayşe Yeşim Göçmen
Sayfalar 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu retrospektif çalışma ile ülkemizin iki farklı bölgesinde yaşayan ve iki farklı branş tarafından değerlendirilen çocuklardaki deri hastalıkları prevalansını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010 yılında Kahramanmaraş Elbistan Devlet Hastanesi Dermatoloji polikliniğine başvuran 0-16 yaş arasındaki 2307 çocuk ile İstanbul Paşabahçe Devlet Hastanesi Pediatri polikliniğine dermatolojik şikayetlerle başvuran 418 çocuk, otomasyon dosya sisteminden retrospektif olarak analiz edildi. Toplam 2725 hasta demografik verilere ve tanılara göre gruplandırıldılar.
BULGULAR: 0-16 yas arasındaki 2725 çocuk hastanın 1470’i kız (%53.9), 1255’i erkekti (%46.1). Hastaların ortalama yaşı 9,5 ± 5.2 yıldı. En sık görülen hastalık grubu enfeksiyöz hastalıklar olup (%25.8), bunu ekzemalar (%21.2), akne (%17.3) ve diğer gruplar (%16.6) izlemekteydi. Enfeksiyöz hastalıklar içinde 412 hasta (%15.1) ile viral hastalıklar en sık görülendi. Ekzema grubu içinde kontakt dermatit 194 hasta (%7.1) ile en sık görülendi. Genel olarak bakıldığında tüm hastalıklar içinde %17.3 ile akne ilk sırada yer almaktaydı. Hastalık gruplarının polikliniklere göre dağılımında; dermatoloji kliniğinde en sık görülen 3 hastalık akne (%20.3), viral infeksiyonlar (%14.2) ve kontakt dermatit (%8.2) iken pediatri kliniğinde en sık görülen 3 hastalık ürtiker (%23.2), viral infeksiyonlar (%19.9) ve diaper dermatitti (%19.4).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediatrik dönemde görülen deri hastalıkları ile ilgili epidemiyolojik veriler az olduğu için pediatri ile ilgili diğer branşlarla iş birliği içerisinde gerçekleştirilecek olan geniş çaplı epidemiyolojik çalışmaların; sağlık eğitim proğramlarının düzenlenmesi ve koruyucu hekimlik açısından yararlı olabileceğini düşünmekteyiz.

2. 
Gliseral Trinitrat, Esmolol ve Likodainin Laringoskopi ve Trakeal Entübasyona Refleks Yanit Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
The Comparison of the Effects of Glycerol Trinitrate, Esmolol and Lidocaine on Laryngoscopy and Tracheal Intubation
Feray Baş, Rahşan Dilek Okyay, Volkan Hancı, Bülent Serhan Yurtlu, Hilal Ayoğlu, Işıl Özkoçak Turan
Sayfalar 8 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda gliserol trinitrat, esmolol ve lidokainin entübasyona hemodinamik yanıt üzerine olan etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Etik kurul onayı alınmasının ardından ASA I–II risk grubunda, ortalama ameliyat süresi 45–90 dk olacak 90 olgu çalışmaya alınarak rastgele 3 gruba ayrıldı. Grup G (gliserol trinitrat)’ye 25 μg gliserol trinitrat, Grup E (esmolol)’ye 1 mg/kg esmolol ve Grup L (lidokain)’ye 1,5 mg/kg lidokain intravenöz (iv) uygulandı. Propofol ve roküronyum bromür ile anestezi indüksiyonu sağlandı. indüksiyonu takiben ve entübasyon sonrası hemodinamik değerler kayıt edildi. Entübasyon sonrası sistolik arteriyel kan basıncının kontrol değerinin %20 üzerine çıkması halinde 50 μg fentanil uygulandı. Anestezi idamesine %65 N2O - %35 O2 karışımı içinde %2 sevoşuran ile devam edildi.
BULGULAR: Gruplar arasında entübasyona hemodinamik yanıtı baskılama açısından anlamlı farklılık olmadığı belirlendi. Ancak Grup L’de entübasyon aşamasındaki KAH, SKB ve DKB’ı kontrol değerlerine göre anlamlı arttı (p<0.05). Grup E’de entübasyonla KAH ve SKB’ında anlamlı bir artış olmadı. Entübasyon sonrası opioid tüketimi Grup L’de daha fazlaydı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Entübasyona reşeks yanıtı baskılamakta çalışma dozlarında kullanılan üç ilacın da yetersiz olduğu, ancak esmololün entübasyona bağlı hemodinamik yanıtı daha iyi önlediği kanısına varıldı.

3. 
Non Alkolik Yağlı Karaciğer Hastalığı Olan Vakalarımızda Metabolik Sendrom Bileşenlerinin Dağılımı
Distribution Of Metabolic Syndrome Components In Patients With Non-Alcoholic Fatty Liver Disease
Gül Babacan Abanonu, Arzu Adik, Cumali Karatoprak, Nalan Okuroğlu, Refik Demirtunç
Sayfalar 15 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Non alkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAFLD) son dönem karaciğer hastalığına ilerleyebilen ve önemi her geçen gün daha da artan klinik ve patolojik bir durumdur. NAFLD’ye metabolik sendrom (MS) sıklıkla eşlik edebilmekte ve bu durum prognozu olumsuz yönde etkilemektedir. Bu çalışmanın amacı polikliniğ imizde NAFLD tanısı alan hastalarımızda MS sıklığını ve MS bileşenlerin dağılımını incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İç hastalıkları polikliniğimizde en az 3 aydır sebat eden alanin aminotransaminaz (ALT) ve/veya aspartat aminotransaminaz (AST) yüksekliği bulunan, iki radyoloji uzmanı tarafından ultrasonografik görünüm itibariyle NAFLD lehine bulgu saptanmış, viral hepatit markırları, otoimmün hepatit markırları, monotest, seruloplazmin, alfa-1 antitripsin tetkikleri yapılarak kronik karaciğer hastalığının diğer nedenleri dışlanmış ve bu şekilde NAFLD tanısı almış 28 hasta çalışmaya dahil edildi (Grup I). Kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyet açısından hasta grubu ile benzerlik gösteren 28 sağlıklı gönüllü (Grup II) alındı. Olguların açlık kan şekeri, lipid profili, ALT, AST, total protein, albümin, ürik asit testleri incelendi, arteryel kan basıncı değerleri, vücut ağırlıkları, boyları, bel çevreleri ölçülerek kaydedildi. Alkol kullanımı bulunan, viral ve/veya otoimmün hepatiti bulunan, böbrek yetmezliği, KOAH, karaciğer sirozu, DM tanıları bulunan, NAFLD‘ye neden olabilecek ilaç kullanan hastalar çalışma dışı bırakıldı. MS tanısında NCEP ATP III’ün 2005’de revize edilen tanı kriterleri kullanıldı. istatistiksel analizler için SPSS for Windows 16.0 programı kullanıldı.
BULGULAR: NAFLD’li 28 olgunun 21’i kadın, 7’si erkek, yaş ortalaması 49.57±7.85’di. Kontrol grubunun 24’ü kadın, 4’ü erkek, yaş ortalaması 47.00±7.09’du. Yaş ve cinsiyet açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık bulunmadı (p>0.05). Gruplar vücut ağırlığı, boy, beden kitle indeksi açısından benzer bulunmakla birlikte, NAFLD’li hastaların bel çevreleri kontrollere göre anlamlı yüksek bulundu (p<0.05). Açlık kan şekeri, trigliserid, LDL, total kolesterol, ALT, AST, serum albümin, ürik asit düzeyleri hasta grubunda istatistiksel anlamlı yüksek, HDL anlamlı düşük bulundu (p<0.05). Sistolik kan basıncı ve diyastolik kan basıncı Grup I’de Grup II’ye oranla istatistiksel anlamlı yüksek bulundu (p<0.05). Grup I’de MS sıklığı %75 (21 hasta), Grup II’de %21.43 (6 hasta) idi; gruplar arasındaki fark ileri derecede anlamlı bulundu (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: NAFLD’li hastalar MS bileşenlerinin tümü açısından yüksek risk altındadır. Tedavide tüm bu bileşenlerin kontrolü ayrı ayrı hedeşenmeli, kilo kontrolü yanında bel çevrelerinin ideal seviyelere getirilmesi de mutlaka tedavi hedeşerinin arasında yer almalıdır.

4. 
Gastrointestinal Stromal Tümörlerde Immunohistokimyasal Yöntemle Saptanan P16 Protein Ekspresyonunun Prognostik Önemi
Prognostic Importance Of Immunohistochemically Defined P16 Protein Expression In Gastrointestinal Stromal Tumors
M. İlkay Tosun, Pembegül Güneş, Güray Kılıç, Fügen Vardar Akıcı
Sayfalar 22 - 30
GİRİŞ ve AMAÇ: Gastrointestinal stromal tümörler (GiST), gastrointestinal sistemi tutan, normalde barsak duvarı nda bulunan intestinal pace maker hücrelerin (interstisyal Kajal hücreleri-ICC) veya bu hücrelerin prekürsörlerinin neoplastik transformasyonundan orijin aldığı düşünülen mezenkimal tümörlerdir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: GiST patogenezinde çeşitli hücre siklus regülatörleri özellikle p16 nın önemli rolü mevcuttur ancak, prognostik değeri hakkında tartışmalar devam etmektedir. p16 protein kaybının yüksek riskli GiST’ler ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir.
BULGULAR: Son zamanlardaki çalışmalarda p16 protein ekspresyonu kötü prognostik faktör olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmada; 1999-2009 yılları arasında Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde GiST tanısı alan 43 olguya ait parafin blok ve rapor arşivi incelendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İmmunhistokimyasal yöntem ile p16INK4a çalışıldı. Sonuçlar ışık mikroskopisinde boyanma yoğunlukları açısından değerlendirildi. p 16 ile kuvvetli (+++) boyanma gösteren tüm olgular risk kategorizasyonuna göre yüksek risk grubuna dahildi. Çok düşük, düşük, intermediate risk grubundaki olguların hiçbirinde p16 ile kuvvetli boyanma saptanmadı. Bu sonuç istatistiksel olarak anlamlı olup immunohistokimyasal yöntem ile p 16 ekspresyonunun belirlenmesinin GiST lerde bağımsız ve uygun bir prognostik parametre olarak kullanılabileceğini göstermiştir.

5. 
Gelişimsel Kalça Displazisi Taraması İçin Yapılan Ultrasonografi Sonuçlarinin Değerlendirilmesi
Evaluation Of Ultrasound Results for Screening Developmental Dysplasia Of The Hip
Öznur Küçük, Aylin Okur
Sayfalar 31 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Gelişimsel kalça displazisi (GKD) çocukluk döneminde sık görülen, tanının gecikmesi durumunda morbiditeye neden olabilen bir hastalıktır. Bu çalışmanın amacı yenidoğan döneminde GKD tanısında tarama amaçlı yapılan kalça ultrasonografisinin(USG) önemini literatür eşliğinde incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2010- Kasım 2010 tarihleri arasında çocuk polikliniğine yenidoğan döneminde başvuran 181 hasta ailelerin onamı alındıktan sonra çalışmaya alındı. Doğumsal anomalileri olan bebekler çalışma dışı bırakıldı. Fizik muayenesinde anomali saptanmayan hastalara GKD saptanması amacıyla 6- 12 hafta arası USG incelemesi yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 181 olgunun 108’i (% 59,7) kız, 73’ü (% 40,3) erkek idi. Beş olguda (% 2.8) GKD saptandı. inceleme sonucu Graf metoduna göre sınışandırıldığında 80’i (%44,2) tip Ia, 96’sı (%53) tip Ib, 4’ü (%2,2) tip iIave 1’i (%0,6) tip IIb kalça saptandı. Çalışmamı zda tip IIa, IIb, III ve IV kalçalar displazik kabul edildi. Displazik kalça saptanan olguların tamamı nın cinsiyeti kız ve sol taraf etkilenmişti. Patolojik GKD saptanan olgulara tedavi olarak çift bez önerildi ve dört hafta sonra kontrole çağrıldı. Kontrolde sadece 1 hastada düzelme olmadığı saptandı ve atele alındı. Bu olgunun takibinde displazinin düzeldiği saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Literatürde sağlam çocuk takibinde fizik muayenenin dikkatli şekilde yapılması ve risk faktörü varsa 4- 6 haftada USG istenmesi önerilmektedir. GKD tanısının erken konulması hem hastanın yaşam kalitesini artırmakta hem de ileri ki süreçte gerekebilecek cerrahi girişimleri önleyebilir. Bu nedenle non invaziv, ucuz, kolay ulaşılabilir ve radyasyon içermemesi gibi avantajları nedeniyle USG GKD’ nin erken dönemde tanısında önemli bir yer tutmaktadır.

6. 
Comparasion Of Endotracheal Intubation, Proseal Lma And Supreme Lma In Laparoscopic Cholecystectomy
Şeref Mardinli, Dilek Subaşı, Berna Terzioğlu, Mehmet Erşahin, Erkan Özkan, Osman Ekinci
Sayfalar 35 - 44

DERLEME
7. 
Başlıca İmmünogenetik Terimler
Basic Terminology Of Immunogenetics
Gülbu Işıtmangil, Refik Demirtunç
Sayfalar 45 - 51
İmmünoloji ve genetik, tıbbın hızlı gelişen bilim dallarıdır. Bu gelişmenin sonucu gittikçe artan yeni ve kendine özgü terminolojiler ve teknikler ortaya atılmaktadır. Öte yandan immünoloji ve genetik diğer tıp dallarıyla tanı ve tedavi alanlarında entegre olmuştur. Bu derlemede immünoloji ve genetik bilimlerinin temel terimleri sunulmuştur.

OLGU SUNUMU
8. 
Süt Çocukluğu Döneminde Megaloblastik Anemi
Megaloblastic Anemia in Infancy: Case Report
Zehra Esra Önal, Selçuk Gürel, Tamay Özkozacı, Ça¤atay Nuhoğlu
Sayfalar 52 - 54
Çocukluk çağında megaloblastik aneminin en sık görülen sebebi vitamin B12 ve folik asit eksikliğidir. Eksikliği olan küçük çocuklar irritabilite, kusma, apati, hipotoni gibi nörokognitif retardasyon ve anemi,pansitopeni gibi hematolojik belirtiler gösterirler. Biz bu olguda, kliniğimize yorgunluk, megalobalastik anemi ile seyreden soluklukla getirilen 11 aylık bebeği sunduk. Annenin serum vitamin B12 konsantrasyonu düşüktü. Bebeklik döneminde diyete bağlı vitamin B12 eksikliği az görülür. Rapor edilen olgular genellikle annelerinin vit B12 düzeyi düşük, anne sütü ile beslenen bebeklerdir. Biz, vitamin B12 düzeyleri sadece hematolojik parametreler değil aynı zamanda çocukların nörolojik gelişimleri içinde çok önemli rol oynadığından, hamilelik ve laktasyon dönemi boyunca tüm annelerin hayvansal kaynaklı gıdalarla ve vit B12 takviyeli vitaminlerle desteklenmesi gerektiği sonucuna vardık.

9. 
Peroperatif Dönemde Sıvı-Elektrolit Metabolizmasi Bozuklukları: 2 Olgu
Fluid and Electrolyte Imbalance in the Perioperative Period
Özcan Pişkin, Nurettin KURT, Volkan HANCI
Sayfalar 55 - 61
Sıvı-elektrolit dengesizliği özellikle yoğun bakım ünitelerinde tedavi gören hastaların en önemli sorunlarından biridir. Bu sorunlardan gerek hipernatremi, gerek hiperpotasemi ayrı bir öneme sahiptir. Olgu sunumlarımızda peroperatif dönemde elektrolit dengesizliklerini belirlediğimiz ve başarılı şekilde tedavi ettiğimiz iki olgumuzu sunarak konuyu tartışmayı amaçladık.

LookUs & Online Makale