ISSN: 2630-5720 | E-ISSN: 2687-346X
HAYDARPAŞA NUMUNE MEDICAL JOURNAL - Haydarpasa Numune Med J: 61 (3)
Volume: 61  Issue: 3 - 2021
1.Editorial Board

Pages III - VIII

2.Contents

Pages IX - X

RESEARCH ARTICLE
3.Tumefactive Demyelinating Lesions: A Case Series of 11 Patients and Review of The Literature
Mustafa Efendioğlu, Tuğçe Kızılay, Ruziye Erol Yıldız, Devran Suer, Zerrin Karaaslan, Cemile Handan Mısırlı, Erdem Tuzun, Recai Türkoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2021.59862  Pages 245 - 255
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı; Tümefaktif demiyelizan lezyonu(TDL) olan onbir hastanın ayırıcı tanıdaki zorluklarını takip verilerinin eşliğinde sunulması ve olası prognostik faktörlerin özelliklerini ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız SBÜ Haydarpaşa Numune Eğitim Araştırma Hastanesi’nde; 2000-2020 yılları arasında en az bir serebral demiyelinizan lezyon (> 2cm) ile başvuran TDL olan 11 hastanın prospektif takibi ile klinik, laboratuvar ve radyolojik bilgileri toplanarak retrospektif bir analiz gerçekleştirildi.
BULGULAR: Hastalarımızın %72,7’si kadın (n=8), %27,2’si erkek (n=3) idi. Kadın üstünlüğü (K/E= 2,66) görülmekle birlikte ortalama başlangıç yaşı 33,45 yıl (min: 18 max: 68) idi. 11 hastanın 9’unda (%81,8) TDL ilk nörolojik olay ile prezente olurken, 2’sinde (%18,1) MS teşhisi konulduktan sonra TDL gelişti.
İlk nörolojik olayı tümefaktif lezyon olan 9 hastanın 3’ünde Nöromiyelitis Optika(NMO), 2’si Multipl Skleroz(MS), 2’si Akut Dissemine Ensefalomiyelit(ADEM) tanısı konularak izlendi. İki hasta ise monofazik seyirli TDL olarak takibe alındı. Ortalama takip süresi: 62,16 ay (min: 1 ay, max: 180 ay) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TDL klinik ve radyolojik bulgular ile beyin tümörü dahil diğer lezyonlardan ayırt edilerek tanı konulması zordur. Ayrıntılı anamnez, fizik muayene ve MR görüntüleme, hastaların beyin biyopsisine olan ihtiyacını ortadan kaldırabilir. Erken teşhis ve agresif immünomodülatör tedaviler, ikinci bir demiyelinizan olayı veya klinik olarak kesin MS'e ilerlemeyi geciktirebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to present the follow-up data of eleven patients with tumefactive demyelinating lesions (TDL) with pointing the challenges of differential diagnosis and indicate the possible prognostic features.

METHODS: In our study, a retrospective analysis was performed by collecting clinical, laboratory and radiological findings with the prospective follow-up of 11 patients with TDL who presented with at least one cerebral demyelinating lesion (> 2cm) and admitted to Haydarpasa Numune Training and Research Hospital between 2000-2020.
RESULTS: 72.7% of the patients were female (n = 8) and 27.2% were male (n = 3). There was a female predominance (F / M = 2.66) and the mean age of onset was 33.45 years (18-68 years). While TDL was the first neurological event in 9 (81.8%) of 11 patients, 2 patients (18.1%) had developed TDL after the diagnosis of multiple sclerosis (MS). Among 9 patients whose first neurological event was a tumefactive lesion, three of them were diagnosed with Neuromyelitis Optica (NMO), two patients with MS, and two patients with acute demyelinating encephalomyelitis (ADEM). Two patients were followed up as TDL with a monophasic course. The average follow-up period was 62.16 months (1-180 months).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is difficult to diagnose TDL by distinguishing it from other lesions, including brain tumors, with clinical and radiological findings. Detailed anamnesis, physical examination and magnetic resonance imaging (MRI) can eliminate the need for brain biopsy in patients for the diagnosis. Early diagnosis of TDL and aggressive immunomodulatory treatments may delay the progression to a second demyelinating event or clinically definite MS.

4.Effect of Helicobacter Pylori İnfection on Serum Vitamin D Levels Patients with Dyspepsia
Öznur Eser, Esra Polat, Şeyda Tekatlı, Şirin Güven
doi: 10.14744/hnhj.2021.73383  Pages 256 - 259
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda üst gastrointestinal sistem endoskopik değerlendirmesinde helikobakter pilori enfeksiyonu saptanan ve saptanmayan hastalarda D3 vitamini düzeylerini retrospektif olarak karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 01.07.2019-31.03.2021 tarihleri arasında üçüncü basamak bir merkezin Çocuk Gastroenteroloji polikliniğinde takip edilen tedaviye dirençli dispeptik yakınmaları olan çocuk hastalara yapılan üst gastrointestinal sistem endoskopisi verileri geriye dönük incelenerek yapılmıştır. Endoskopik biyopsi örneklerinde histopatolojik olarak helikobakter pilori varlığına göre iki gruba ayrılan hastaların yaş, boy,kilo, vücut kitle indeksi değerleri ile serum vitamin D3 düzeyleri incelendi
BULGULAR: Çalışmaya üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılan, 86 çocuk hasta alındı. Çocukların 58’i (%67,44) kız iken 28’i (%32,55) erkekti. Üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılan 43 hastanın antrum ve korpustan alınan biyopsi materyallerinin histopatolojik değerlendirilmesinde 43 hastada (%50.00) helikobakter pilori pozitifliği saptandı. Kırk üç hastada (%50.00) ise helikobakter pilori saptanmadı. Vücut kitle indeksi değerleri ortalama; helikobakter pilori pozitif grup için 18,81± 3,86, helikobakter pilori negatif grup için 17,82 ± 3,18 olarak saptandı (t-test p = 0,195). Vitamin D3 düzeyi helikobakter pilori pozitif grupta ortanca olarak 10,00 ng/ml (Çeyrekler-arası aralık = 6,00) negatif grupta ortanca 14,00 ng/ml (Çeyrekler-arası aralık = 9,30) olarak bulundu. Vitamin D3 düzeylerinde helikobakter pilori pozitif ve helikobakter pilori negatif hasta grupları arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulundu (p = 0.033)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, helikobakter pilori pozitif olan grupta helikobakter pilori negatif olan gruba göre vitamin D3 düzeyleri anlamlı düşük saptandı (p = 0,033). Bu bulgu mukozal hasarın vitamin D3 emilimini etkileyebileceğini desteklemektedir. Çalışmamızda dispeptik yakınmaları olan hastaların boy standart deviasyon skor ve kilo standart deviasyon skor ortanca değerleri helikobakter pilori enfeksiyonu olan grupta daha yüksek olduğunu gördük. Bu sonuç boy kısalığının gelişiminde birçok değişkenin etkili olmasından kaynaklanmış olabilir. Helikobakter pylori enfeksiyonunda erken teşhis ve tedavi, kronik enfeksiyonun uzun vadeli sonuçlarını önlemek için önemlidir.

INTRODUCTION: We aimed to compare serum levels of vitamin D3 in patients with and without helicobacter pylori infection detected with the upper gastrointestinal endoscopic examination. We hypothesized that patients diagnosed with helicobacter pylori pathologically had low serum vitamin D3 levels.
METHODS: The study was held between 01.07.2019-31.03.2021, tertiary referee hospital. The upper gastrointestinal system endoscopic data of pediatric patients with treatment-resistant dyspeptic complaints who were followed up in the Pediatric Gastroenterology outpatient clinic of hospital between 01.07.2019 and 31.03.2021 were retrospectively evaluated. The age, height, height standard deviation score, weight, weight standard deviation score, body mass index, body mass index standard deviation score, and serum vitamin D3 levels of the patients who were divided into two groups according to the presence of helicobacter pylori histopathologically in the endoscopic biopsy samples were examined.
RESULTS: Eighty-six patients were evaluated, while 58 (67.44%) were girls, 28 (32.55%) were boys. The median age was 14.43 (Interquartile range = 4.99) years. Histopathological evaluation of biopsy materials taken from the antrum and corpus of 43 patients who underwent upper gastrointestinal endoscopy revealed helicobacter pylori positivity in 43 patients (50.00%). Helicobacter pylori was not detected in 43 patients (50.00%).
The median vitamin D3 level was 10.00 ng/ml in the helicobacter pylori positive group (Interquartile range = 6.00), and the median was 14.00 ng/ml (Interquartile range = 9.30) in the negative group. This study found a significant difference between helicobacter pylori positive and helicobacter pylori negative patient groups in vitamin D3 serum levels (p = 0.033).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Vitamin D3 serum levels were found to be significantly lower in the helicobacter pylori positive group than that of controls (p = 0.033). This finding supports that mucosal damage may affect vitamin D3 absorption. Early diagnosis and treatment maintain their importance to prevent long-term consequences of chronic infection.

5.LFA-1 rs2230433 Variation in Turkish Patients with Colorectal Cancer
Burcu Çaykara, Hani Alsaadoni, Halime Hanım Pençe, Orhan Uzun, Hilmi Bozkurt
doi: 10.14744/hnhj.2019.57625  Pages 260 - 263
GİRİŞ ve AMAÇ: Lökosit fonksiyonu ilişkili antijen 1 (LFA-1), lökosit yüzeylerinde eksprese edilir ve hücrelerarası adezyon molekülleri (ICAM) ile etkileşime girer. LFA-1'in tümörün hayatta kalmasında ve büyümesinde rolleri olabileceğinden, rs2230433 varyasyonunun kolorektal kanser üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza kontrol grubu olarak kanser öyküsü olmayan 67 sağlıklı kişi ve hasta grubu olarak kolorektal kanser tanısı konmuş 100 kişi dâhil edildi. DNA, kan örneklerinden izole edildi ve polimeraz zincir reaksiyonu (PCR)-restriksiyon fragman uzunluk polimorfizmi (RFLP) yöntemleriyle varyasyon analizi yapıldı. İstatistiksel analiz SPSS 22.0 kullanılarak yapıldı ve p˂0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: LFA-1 rs2230433 genotipleri ve aleller hasta ve kontrol grupları arasında benzer bulundu. Genotip ile hastalık riski değerlendirmesi için allel karşılaştırmaları arasında anlamlı bir fark bulunmadı (p˃0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız LFA-1'in rs2230433'ün kolorektal kanser ile ilişkili olmadığını göstermektedir.
INTRODUCTION: Leukocyte function‐associated antigen 1 (LFA-1) is expressed on leukocyte surfaces and interacts with the intercellular adhesion molecules (ICAM). Since LFA-1 may have roles in tumor survival and growth, so we aimed to investigate the effects of rs2230433 variation on colorectal cancer.
METHODS: 67 healthy subjects without any cancer history as control group and 100 subjects diagnosed with colorectal cancer as patient group were included in our study. DNA isolated from the blood samples and polymerase chain reaction (PCR)-restriction fragment length polymorphism (RFLP) methods were performed. Statistical analysis was performed using SPSS software for Windows, version 22.0 and p˂0.05 was considered as statistically significant.
RESULTS: LFA-1 rs2230433 genotypes and alleles were found similar between patient and control groups. No significant difference was observed between genotype and allele comparisons for disease risk assessment (p˃0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results showed that LFA-1 rs2230433 is not associated with colorectal cancer.

6.Effective Risk Factors in the Development of Retinopathy of Prematurity, Screening Results and Intravitreal Ranibizumab Treatment
Baran Cengiz Arcagök, Berna Özkan
doi: 10.14744/hnhj.2021.85619  Pages 264 - 271
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde takip edilen prematüre bebeklerde üç yıl içindeki prematüre retinopatisi görülme sıklığı, retinopati gelişiminde rol oynayan risk faktörlerinin belirlenmesi, vitre içi ranibizumab tedavisi ve sonuçlarının irdelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Doğum haftası ≤32 hafta ve/veya doğum ağırlığı ≤1500 gram olan bebekler ile klinisyen tarafından risk taşıdığı belirlenen bebekler retinopati gelişimi açısından muayene edildi. Doğum haftası, doğum ağırlığı, doğum şekli, cinsiyet, APGAR skorları, mekanik ventilasyon ihtiyacı, ≥% 40 oksijen tedavisi, oksijen tedavi süresi, sürfaktan tedavisi, asidoz, hipoksi, sepsis, eritrosit transfüzyonu, intraventriküler kanama, apne ve anemiyi içeren risk faktörleri, prematüre retinopatisi gelişen ve gelişmeyen olgularda karşılaştırıldı.
BULGULAR: Bebeklerin doğum haftaları ortalaması 30,1±0,24 hafta (23-36 hafta), doğum ağırlıkları ortalaması ise 1362,3 ± 378,6 gram (450-2020 gram) idi. 130 hastanın 21’inde (%16,2) değişik evrelerde prematüre retinopatisi saptandı. Prematüre retinopatisi için taranan tüm hastaların sekizi (%6,1) tedaviye ihtiyaç duydu. Evre III retinopati saptanan yedi hastaya (%5,3) vitre içi ranibizumab, Evre IV retinopati saptanan bir hastaya ise hem ranibizumab hem de lazer tedavisi uygulandı. Doğum haftası ve doğum ağırlığı düşüklüğünün (p<0.001), oksijen tedavi süresinin (p<0.001), sürfaktan tedavisi almış olmanın (p=0.002), sepsisin (p<0.001), kan transfüzyonunun (p<0.001),intraventriküler kanama (p=0.019), apne (p<0.001), anemi (p<0.001), hipoksi (p<0.001), asidoz (p<0.001) varlığının ve APGAR skor düşüklüğünün (p<0.001), prematüre retinopatisi gelişme riskini istatistiksel olarak anlamlı derecede artırdığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük doğum haftası ve ağırlığı, yüksek konsantrasyonda ve uzun süreli oksijen kullanımı gibi prematüre retinopatisini artıran risk faktörlerinin uygun yönetimi ile retinopati gelişimi azaltılabilir. Prematüre retinopatisi tedavisinde net bir öneri olmamasına karşın seçilmiş olgularda intravitreal ranibizumab tedavisinin iyi bir seçenek olabileceği düşünülmektedir.
INTRODUCTION: The aim of our study was to determine the prevalence of retinopathy of prematurity and the risk factors that play a role in the development of retinopathy, to evaluate the intravitreal ranibizumab treatment and its results in premature babies
METHODS: Babies with a gestational age of ≤32 weeks and / or a birth weight of 1500 grams and babies found to be at risk by the clinician were examined for the development of retinopathy. Risk factors including gestational week, birth weight, mode of delivery, gender, APGAR scores, need for mechanical ventilation, 40% oxygen therapy, oxygen therapy duration, surfactant treatment, acidosis, hypoxia, sepsis, erythrocyte transfusion, intraventricular bleeding, apnea and anemia, were compared in cases with and without retinopathy of prematurity.
RESULTS: The mean gestational weeks of babies were 30.1 ± 0.24 (23-36 weeks), the mean birth weight was 1362.3 ± 378.6 grams (450-2020 grams). Any stage of retinopathy of prematurity was detected in 21 (16.2%) of 130 evaluated patients. Intravitreal ranibizumab was applied to seven patients (5.3%) with stage III retinopathy, and both ranibizumab and laser therapy were applied to one patient with stage IV retinopathy. Low gestational week and birth weight (p <0.001), duration of oxygen treatment (p <0.001), surfactant treatment (p = 0.002), sepsis (p <0.001), blood transfusion (p <0.001), intraventricular hemorrhage (p = 0.019), apnea (p <0.001), anemia (p <0.001), hypoxia (p <0.001), acidosis (p <0.001) and decreased APGAR score (p <0.001) were found to statistically significantly increase the risk of retinopathy of prematurity
DISCUSSION AND CONCLUSION: Retinopathy development can be reduced by appropriate management of risk factors that increase retinopathy of prematurity, such as low gestational age and weight, high concentration and long-term use of oxygen. Although there is no definite recommendation for the treatment of retinopathy of prematurity, intravitreal ranibizumab treatment is thought to be a good option in selected cases.

7.The Triangle That Can Improve Postmenopausal Women's Quality of Life: Insulin, Bone Mineral Density and Fracture Risk
Ayşegül Gülbahar, Seda Akgün Kavurmacı
doi: 10.14744/hnhj.2021.82653  Pages 272 - 276
GİRİŞ ve AMAÇ: Menopoz yaşının sabit kaldığı göz önüne alınacak olursa, kadınların yaşamlarının büyük bir bölümünü postmenopozal dönemde geçirdikleri açıktır. Bu dönem östrojen üretiminin de azalması ile birlikte birçok metabolik sorunu beraberinde getirir.
Bizim bu çalışmadaki amacımız İnsülin direnci olan ve olmayan gruplarda ki BMD’nin FRAX üzerindeki etkinliğini değerlendirmek. Yeni risk faktörlerinin FRAX tanımlamadaki yerini araştırmak. Böylelikle kırık riski olan kadınlarının erken önlem, teşhis ve tedavisinin sağlanmasıdır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Postmenopozal dönemdeki ve öncesinde bozulmuş glukoz toleransı tanısı mevcut 68 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar rutin biyokimyasal parametreler, kemik mineral yoğunlukları, kırık risk skorları ve insülin dirençleri açısından değerlendirildi.
BULGULAR: İnsülin direnci olan grupta (HOMA ≥2.5) HDL kolesterol değeri diğer gruba göre düşük (p= 0.014), TG düzeyi ise direnç olan grupta yüksek olup anlamlı bulunmuştur (p<0,0001). Gruplar arası 25(OH) Vit-D3 değerleri incelendiğinde istatistiksel olarak anlamlı fark gözlendi (p=0,026), insülin direnci mevcut olan hasta grubundaki D vitamini değerlerinin düşük olduğu izlendi. Gruplar arası femur T skor BMD ve lumbar T skor BMD değerleri incelendiği zaman inslün direnci olan gruptaki hastaların kemik yoğunlukları diğer gruba göre anlamlı olarak yüksek izlendi ( p<0.0001, p=0.039).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastaların risk faktörlerinin dışlanması, erken menopozal evrede olması sebebiyle, gruplar arasında kırık riski FRAX skorlamasına göre düşük çıksa da, kemik kalitesi uzun dönemde düşmesi ile bu riskin artacağı öngörülmektedir. Düşük kemik kalitesine, uzun dönem bozulmuş glukoza bağlı olarak yavaşlayan kemik döngüsünün ve menapoza bağlı uzun dönem östrojen hormon yetersizliğinin sebep olduğunu düşünmekteyiz. Bu da bize kemik fraktürlerini belirlemede, BMD değerinin yeterince spesifik ölçüm olmayabileceğini düşündürmektedir. Sonuç olarak; DM veya bozulmuş glukoz toleransı ile osteoporoz arasındaki ilişkiyi daha doğru temellere oturtmak, yeni risk faktörlerinin FRAX tanımlamadaki yerini araştırmak, böylelikle kırık riski olan kadınlarının erken önlem, teşhis ve tedavisinin sağlanmak için farklı tanı ve takip parametrelerinin de kullanıldığı, prospektif, geniş çaplı çalışmalar yapmak gerekmektedir.
INTRODUCTION: Women spend most of their life in the postmenopausal period. This period brings along many metabolic problems with the decrease in estrogen production. Our purpose was to evaluate the effectiveness of bone mineral density(BMD) on fracture risk assessment tool(FRAX) between groups with and without insulin resistance, investigate the importance of new risk factors in FRAX identification, and facilitate early prevention, diagnosis, and treatment of women with fractures risk.
METHODS: 68 patients admitted to our clinic with diagnosis of impaired glucose tolerance during postmenopausal period were included in this study retrospectively. Those who had their routine biochemical parameters, insulin, and BMD measured were included in the study. Fracture risk analyses were performed with the FRAX score. BMIs and homeostasis model assessment-insulin resistance(HOMA-IR) of the patients were calculated.
RESULTS: In the group with insulin resistance, high-density lipoprotein cholesterol(HDL-C) value was low (p=0.014), and triglyceride(TG) level was high (p<0,0001). When 25(OH)Vit-D3 values were examined between the groups, the mean values were 22.8±13.6 and 15.7±11.8 ng/ml, respectively(p=0.026). When the femoral and lumbar T score BMD values between the groups were examined, the bone density of the patients with insulin resistance was significantly higher than the other group (p=0.039).
DISCUSSION AND CONCLUSION: To summarize, we believe that low bone quality is caused by a slowing bone cycle owing to long-term impaired glucose levels and long-term estrogen hormone deficiency caused by menopause. This suggests that the BMD value is not specific enough for determining bone fractures. The conclusion to be drawn here is to accurately establish the relation between DM or impaired glucose tolerance and osteoporosis; to constitute a guide for further prospective and large-scale studies that use different diagnostic and follow-up parameters; and to investigate the significance of new risk factors in FRAX identification for early prevention, diagnosis, and treatment of women who are at a risk of fractures.

8.Managing Decubitus Ulcers During COVID-19 Outbreak is Even More Challenging
Perçin Karakol, Mehmet Bozkurt
doi: 10.14744/hnhj.2020.46503  Pages 277 - 280
COVID 19 enfeksiyonu, 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemi” ilan edilmesinin ardından, dünya sağlık sisteminin hizmet sunum kapasitesi, COVID 19 un daha çok solunum yolu semptomlarını içeren hastalar sayesinde aşıldı. Ancak ülkemiz devlet hastanelerinin oluşan bu duruma hızla adapte olması gerekti. Zaten normal şartlarda da, birçok hastane yataklı servisleri, yoğun bakım üniteleri ve palyatif servislerde yatmakta olan yatak bası yaraları mevcut hastaların tedavileri çok zor ve maliyetliydi. Uyum aşamasında evde tedavi altında olan bası yaralarının, hastaneye mümkün olduğunca az getirilmesi, mümkünse evde tedavilerinin yapılması, hastanede yatan hastaların ise yaralarının hızla kapatılıp, erken dönemde taburcu edilmesi ve yeni bası yaralarının açılmasının engellenmesi amaçlandı. Bu konuda, devlet hastaneleri eğitim birimleri tarafından, yara bakımı personelleri, evde bakım servisi personelleri ve evlerde bakımı üstlenen aile bireylerine eğitimler verildi. Bu zorlu süreçte, enfeksiyona bu denli açık bu hasta grubu, bu şekilde korunmaya çalışıldı.
It was declared a "pandemic" of COVID 19 infection by the World Health Organization on March 11, 2020. After this date, the service delivery capacity of the world health system has been exceeded, mostly due to patients with COVID 19 respiratory symptoms. However, the state hospitals in our country had to adapt quickly to this situation. In normal circumstances, it was already very difficult and costly to treat existing bed pressure wound patients being treated in many inpatient services, intensive care units and palliative services. In the integration phase, it was aimed at bringing the patients who are treated at home to the hospital as little as possible, if possible treating them at home, quickly closing hospitalized patients' wounds and discharging in the early period and preventing the opening of new pressure wounds. In this regard, training was given by the public hospital training units to wound care personnel, home care service personnel and family members undertaking care in homes.With this form of organization, opening new wounds of patients was prevented at home and hospitals, existing wounds were closed.During this difficult period, this group of patients who are so open to infection were tried to be protected in this way.

9.A Comparative Study of MTT and WST-1 Assays in Cytotoxicity Analysis
Ceren Sarı, Sevgi Kolaylı, Figen Celep Eyüpoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2019.16443  Pages 281 - 288
GİRİŞ ve AMAÇ: Sitotoksisite testleri, hücre kültürü ve ilaç geliştirme çalışmalarında sıklıkla kullanılmaktadır. Bu testlerin bazıları, testlerde kullanılan kimyasallardan kaynaklanan etkileşimler nedeniyle yanlış sonuçlar verebilmektedir. Bu çalışmada, HCT-116 ve DLD-1 kolorektal kanser hücre hatlarında Karadeniz propolisi özü (BSPE) ve kafeik asit fenetil ester (CAPE) kullanılarak, MTT ve WST-1 testlerinden elde edilen sonuçları karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: HCT-116 ve DLD-1 hücreleri, farklı dozlarda CAPE ve BSPE ile muamele edildi. Hücre canlılığı, MTT ve WST-1 sitotoksisite testleri ile karşılaştırmalı olarak analiz edildi. Bunu takiben hücre ölümü, akridin oranj/etidyum bromür boyama (AO/EB) ile morfolojik olarak ve Annexin V/7AAD apoptoz saptama yöntemi ile kantitatif olarak incelendi.
BULGULAR: MTT ve WST-1 analizleri, aynı BSPE dozlarında her iki hücre hattında da farklı canlılık değerleri gösterdi. Bununla birlikte, aynı dozlardaki CAPE muamelesinde iki testin sonuçları arasında anlamlı bir fark görülmedi. AO/EB boyaması, BSPE ve CAPE muamelesini takiben gerçekleşen hücre ölümünü doğruladı. Annexin V/7AAD testinden elde edilen tüm sonuçlar, özellikle BSPE muamelesi için WST-1 testinin sonuçlarıyla tutarlıydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: BSPE'nin sitotoksik etkilerinin belirlenmesinde, WST-1 testi MTT testine göre daha kesin sonuçlar vermiştir. Bununla birlikte, CAPE'nin sitotoksik etkilerinin belirlenmesinde her iki test de benzer sonuçlar göstermiştir. Sonuç olarak, BSPE gibi doğal bir ürünün sitotoksisite analizinde, WST-1 testinin MTT testine göre daha güvenilir olduğu ortaya konulmuştur.
INTRODUCTION: Cytotoxicity assays are frequently used in cell culture and drug development studies. Some of these cytotoxicity assays may give incorrect results due to interactions of chemicals used in the assays. This study aimed to compare the results between the MTT and WST-1 assays, by using Black Sea propolis extract (BSPE) and caffeic acid phenethyl ester (CAPE) on HCT-116 and DLD-1 colorectal cancer cell lines.
METHODS: HCT-116 and DLD-1 cells were treated with different doses of CAPE and BSPE. The cell viability was analyzed by MTT and WST-1 cytotoxicity assays comparatively. Afterward, cell death was examined morphologically by acridine orange/ethidium bromide staining (AO/EB) and quantitatively by Annexin V/7AAD apoptosis detection method.
RESULTS: MTT and WST-1 assays showed different viability results on two cell lines with the same doses of BSPE. However, there was no significant difference between the results of two assays upon CAPE treatment with the same doses. AO/EB staining confirmed cell death following BSPE and CAPE treatment. All results from Annexin V/7AAD assay were consistent with the results of the WST-1 assay, particularly for BSPE treatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the determination of the cytotoxic effects of BSPE, WST-1 assay reflected more precise results than MTT assay. However, two assays showed similar results when the cytotoxic effects of CAPE were determined. Consequently, WST-1 assay is found to be more reliable than MTT assay in the cytotoxicity analysis of a natural product such as BSPE.

10.Pulmonary Findings in Rheumatic Diseases
Güler Özgül, Işıl Üstün
doi: 10.14744/hnhj.2019.48569  Pages 289 - 294
GİRİŞ ve AMAÇ: Romatizmal hastalıklarda etkilenen sistemlerden biri de solunum sistemidir. Bu çalışma romatizmal hastalıklarda görülen akciğer tutulum bulguları ve solunum fonksiyon testlerini araştırmak amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2015-2017 tarihleri arasında göğüs hastalıkları bölümünden konsültasyon istenen romatizmal hastalar alındı. 64 romatoid artrit, 43 ankilozan spondilit, 2 psöriatik artrit, 1 Behçet olmak üzere toplam 110 hasta alındı. Akciğer grafisi ve yüksek rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografideki (HRCT) akciğer tutulum bulguları, solunum muayene bulguları ve solunum fonksiyon testleri (SFT) incelendi.
BULGULAR: HRCT bulgularında %33,64 normal, %66,36 anormal bulgular izlendi.RA'li hastaların %70'inde (n: 45), AS'li hastaların %58'inde (n: 25) anormal HRCT bulguları saptandı. SFT’leri incelendiğinde %50,0 normal, %32,7 restriktif tip solunum bozukluğu, %15,5 miks tip solunum bozukluğu, %1,8 obstruktif solunum bozukluğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Romatizmal hastalıklarla akciğer tutulumu farklı şekillerde görülebilir. HRCT ve SFT pulmoner hastalığın yaygınlığı ve derecesi hakkında bilgi verir. Doğru tanı ve tedavide yol gösterir.
INTRODUCTION: One of the affected systems in rheumatic diseases is the respiratory system. This study was carried out to investigate the pulmonary involvement findings and the respiratory function tests in rheumatic diseases.
METHODS: Rheumatic patients, who were requested consultation by the Bağcılar Training and Research Hospital Department of Chest Diseases between 2015 and 2017, have been included in the study. A total of 110 patients; 64 rheumatoid arthritis, 43 ankylosing spondylitis, 2 psoriatic arthritis and 1 Behcet were included. Pulmonary involvement findings, respiratory examination findings and pulmonary function tests (RFT) in chest X - ray and high resolution computed tomography (HRCT) were examined.
RESULTS: 33.64% normal and 66.36% abnormal findings were observed in HRCT findings. Abnormal HRCT findings were found in 70% of RA patients (n: 45) and in 58% of patients with AS (n: 25). When RFTs were examined, 50.0% normal, 32.7% restrictive type respiratory disorder, 15.5% mixed type respiratory disorder and 1.8% obstructive respiratory disorder were observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Pulmonary involvement with rheumatic diseases can be seen in different ways. HRCT and RFT provide information on the prevalence and grade of pulmonary disease. It leads to correct diagnosis and treatment.

11.Clinical Correlates of Restrictive Type Attention Deficit Hyperactivity Disorder in Adolescents
Özalp Ekinci, Özge İpek Doğan, Cemre Yaşöz, Nazan Ekinci, Selin Ayşe İpek Baş, İbrahim Adak
doi: 10.14744/hnhj.2019.81557  Pages 295 - 299
GİRİŞ ve AMAÇ: Önerilmiş olan kısıtlı tip Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun (DEHB-S) klinik özellikleri ergenlerde yeterli düzeyde belirlenmemiştir. DEHB-K’nin Dikkat Eksikliğinin önde geldiği DEHB’den (DEHB-DE) ayrı bir klinik durum olup olmadığı hala tartışılan bir konudur. Bu çalışmada ergenlerde DEHB-S’nin klinik özelliklerinin tanımlanması ve DEHB-K’nin diğer alt tiplerle karşılaştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Total olarak DSM-V DEHB tanısı olan 87 ergen (yaş ortalaması: 143 ay, %73.5’i erkek) çalışmaya alındı. Aralarında DEHB-S’nin de bulunduğu DEHB alt tipleri klinik görüşme, ebeveyn bildirileri ve öğretmen bildirilerine dayanarak belirlendi. Çalışma ölçümleri Turgay DSM-IV’e dayalı Çocuk ve Ergen Davranış Bozuklukları Tarama ve Derecelendirme Ölçeği (T-DSM-IV-S), Conners Ebeveyn Derecelendirme Ölçeği (CEDÖ) ve Conners Öğretmen Derecelendirme Ölçeği (CÖDÖ-R) oluşturuldu.
BULGULAR: 39 ergende (%44.8) DEHB kombine tip (DEHB/K), 33 (%37.9)’ünde DEHB/DE and 15 (%17.2) had DEHB/S alt tipi olduğu bulundu. Cinsiyet açısından, DEHB/S ve DEHB/DE grupları arasında fark yoktu. Ebeveyn-derecelendirme ölçeği sonuçlarına göre; T-DSM-IV-S’nin total, hiperaktivite, davranım problemleri ve karşıt olma skorları ve CEDÖ’nün total, hiperaktivite, öğrenim problemleri skorları DEHB/DE’de DEHB-S’ya göre daha yüksekti (p<0.05). Öğretmen derecelendirme ölçeklerinde T-DSM-IV-S dikkat eksikliği skorları dışında iki grup arasında fark yoktu. Çalışma ölçeklerinden, aralarında total ve hiperaktivite skorlarının da bulunduğu, çok sayıda alt skor DEHB-K grubunda DEHB-S grubuna göre daha yüksek olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DEHB-S grubu ile karşılaştırıldığında, DEHB-DE’li ergenler pek çok ebeveyn derecelendirme ölçeği eksternalize davranış problemi açısından göre daha yüksek skorlar aldı. Bulgularımız DEHB-S ve DEHB-DE’ alt tipleri arasında farkların büyük oranda DSM belirti kümesi varlığı ve şiddeti olduğunu düşündürmektedir. Ergenlerde DEHB-S’nın klinik özelliklerinin belirlenmesi için gelecek çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Clinical correlates of the proposed restrictive type Attention Deficit Hyperactivity Disorder (ADHD/R) is not well established in adolescents. There is still contraversy on the validity of ADHD/R as a distinct entity from ADHD predominantly inattentive (ADHD/I). This study aims to define the clinical symptoms of of ADHD/R and compare of ADHD/R with other subtypes of ADHD in adolescents.
METHODS: A total of 87 adolescents (mean: 143 months, 73.5% male) with a DSM-V ADHD diagnosis were included. ADHD subtypes, including the proposed restrictive subtype, were diagnosed based on clinical interview, parental reports and teacher reports. Study measures, included the Turgay DSM-IV based ADHD rating Scale (T-DSM-IV-S) parent and teacher forms, Conners' Parent Rating Scale (CPRS) and Conners' Teacher Rating Scale (CTRS-R).
RESULTS: 39 adolescents (44.8%) had ADHD combined (ADHD/C), 33 (37.9%) had ADHD/I and 15 (17.2%) had ADHD/R subtype. Regarding gender, no significant difference was found between ADHD/I and ADHD/R. Regarding the parent-rated scales; the total, hyperactivity, conduct problems and oppositional scores of T-DSM-IV-S; and the total, hyperactivity and learning problems scores of CPRS were found to be higher in adolescents with ADHD/I when compared to those with ADHD/R (p<0.05). Among the teacher-rated scores; no significant difference was found between ADHD/I and ADHD/R, except for the T-DSM-IV-S inattentivess score. Several scores of the study scales, including the total and hyperactivity scores, were found to be higher in adolescents with ADHD/C when compared to ADHD/R (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: When compared to those with ADHD/R, adolescents with ADHD/I had higher scores on most of the parent-rated externalized behavioral problem scores. Our findings suggest that the differences between ADHD/R and ADHD/I are mainly based on the presence and severity DSM symptom dimensions. Future studies are needed to clarify the correlates of ADHD/R in adolescents with ADHD.

12.Demographic Datas in Lenticulostriate Artery (LSA) Infarcts
Mustafa Ülker, Eda Türk
doi: 10.14744/hnhj.2019.14622  Pages 300 - 303
GİRİŞ ve AMAÇ: Lentikülostriat arterler (LSA), orta serebral arter (MCA) ana trunkusundan ayrılan sayıları 6 ile 12 arasında değişen n.lentiformis, n.kaudatus'un dış bölümü, kapsula interna ön bacağı ile dorsal parçalarını ve globus pallidus’un bir bölümünü sulayan damarlardır. LSA enfarktları tüm inmlerin yaklaşık %1-2'sini oluşturur.Biz bu çalışmada kliniğimizde 2013-2018 tarihleri arasında yatarak tedavi görmüş ve yapılan tetkikler sonucunda LSA enfarktı tanısı almış 143 hastanın (68 E, 75 K) demografik verilerini ve tespit edilebilen etyolojik risk faktörlerini paylaşmak istedik.

YÖNTEM ve GEREÇLER: İskemik inme etyolojik sınıflaması Trial of Org 10172 in Acute Stroke Treatment (TOAST) sınıflandırmasına göre yapıldı.Internal karotid arterde (ICA) enfarkt alanı ile ilgili olan %50'nin üzerindeki darlıklar anlamlı kabul edildi. Enfarkt lokalizasyonları manyetik rezonans görüntüleme (MRI) ile yapıldı. İnme ağırlığı National Institude of Health Stroke Scale (NIHSS) kullanılarak sınıflandırıldı (hafif: <8, orta: 8-14, ağır: >14). Prognoz tayini modifiye Rankin Skalası kullanılarak yapıldı (iyi prognoz: mRS: 0-2, kötü prognoz: mRS: 3-6).

BULGULAR: İnme etyolojisi ile prognoz arasında anlamlı farklılık tespit edilmedi (p: 0.206). Sigara içme ve kötü erken dönem prognoz arasında istatistiki açıdan anlamlı ilişki vardı (p<0.001, rho: 0.458). Tek değişkenli analizde kötü erken dönem prognoz ile cinsiyet, yaş, hipertansiyon, diyabetes mellitus, coroner arter hastalığı ve hiperkolesterolemi arasında anlamlı farklılık tespit edilmedi. Kötü erken dönem prognoz gösteren hastalar, başlangıç NIH ve mRS skorları yüksek ve sigara kullanımı olan hastalardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: LSA enfarktları izole formunda diğer damar alanı tutulumlarına göre nispeten daha az görülen, etyolojisinde aterotromboz ve/veya embolinin sorumlu tutulduğu klinik tablolardır. Bu çalışmada demografik verilerini değerlendirdiğimiz hastaların risk faktörlerinin, oransal dağılım açısından literatürle benzer şekilde oranlar gösterdiğini tespit ettik.
INTRODUCTION: Lenticulostriate arteries (LSA) are main truncal branches of middle cerebral artery. Their number changes between 6 to 12 and they supply n.lentiformis, external part of n.caudatus, anterior and dorsal parts of internal capsule and limited parts of globus pallidus. LSA infarcts constitute 1-2% of all cerebral ischemic accidents. In this study we investigated the demographic datas and etiologic risk factors of 143 patients (68 males, 75 females) who were treated in our inpatient clinic between the years 2013-2018 with the diagnosis of LSA infarction.
METHODS: The mechanism of stroke was determined based on the Trial of Org 10172 in the Acute Stroke Treatment (TOAST) classification. Significant stenosis of internal carotid artery (ICA) was defined as stenosis >50% or occlusion of the artery relevant to the infarction. Infarct locations were determined by using MRI scan. Stroke severity of patients were classified according to National Institute of Health Stroke Scale (NIHSS) as mild (<8), moderate (8-14) and severe (>14). Prognosis of patients was classified according to modified Rankin Scale (mRS) as good prgnosis (mRS: 0-2) and bad prognosis (mRS: 3-6).
RESULTS: There was no difference between etiology of stroke and prognosis (p: 0.206). A correlation was found between smoking and early-term prognosis (p<0.001 rho: 0.458). Univariate analysis showed that there was no difference between the patients with poor functional outcome and age, sex, hypertension, diabetes mellitus, coronary artery disease or hypercholesterolemia. The patients with poor functional outcome had more commonly current smoking history, higher initial NIHSS score and higher mRS scores.
DISCUSSION AND CONCLUSION: LSA infarcts have been seen relatively less common compared to other vascular territory infarcts and etiologically related to atherotrombosis and cardioembolism. In this study we showed a similar distribution of risk factors with the literature reports by evaluating the demographic data of LSA infarct patients.

13.Comparison of "Onlay" and "Sublay" Methods of Mesh Repair of İncisional Hernia in Terms of Early and Late Period Wound Complications
Gülten Çiçek Okuyan, Yılmaz Bilsel
doi: 10.14744/hnhj.2021.76588  Pages 304 - 309
GİRİŞ ve AMAÇ: İnsizyonel herni cerrahi tedavisinde greftin yerleşim yerine göre farklı yaklaşımlar uygulanmaktadır. Bu yöntemlerin yara yeri komplikasyonları ve rekürrens açısından tartışmalı sonuçları bulunmaktadır. Bu çalışmada, “onlay” ve “sublay” olarak yerleştirilen greft kullanılarak yapılan açık insizyonel herni onarımlarının komplikasyon ve rekürrens açısından karşılaştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 2 yıllık retrospektif değerlendirmede açık greftli insizyonel herni cerrahisi yapılan hastalar incelendi. Hastalar polipropilen greftin “onlay” (Grup O, n=27) ve “sublay” (Grup S, n=25) yerleştirilmesine göre iki gruba ayrıldı. Hastalara ait demografik ve klinik veriler kaydedildi. Postoperatif erken (seroma, hematom, yara enfeksiyonu) ve geç dönem (kronik ağrı, rekürrens) komplikasyonlar gruplar arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmada yaş ortalaması 60.4 ± 12 yıl olan toplam 52 hasta vardı. Gruplar arasında demografik ve klinik özellikler açısından bir fark yoktu (p>0,05). Grup S’deki hastaların ortalama ameliyat süresi, Grup O’daki hastaların ameliyat süresinden anlamlı olarak daha uzundu (p=0,02). Hastane yatış süresi Grup S’de daha uzun olmakla birlikte, iki grup arasında hastane yatış süresi açısından anlamlı bir fark yoktu (p=0,067). Erken ve geç dönem yara komplikasyonları açısından gruplar arasında anlamlı bir fark yoktu (p>0,05).

TARTIŞMA ve SONUÇ: “Onlay” ve “sublay” yöntemleri ile yapılan greftli insizyonel herni onarımları sonrası erken ve geç dönem yara komplikasyonları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır. Her iki yöntem de benzer etkinlik ve güvenlik ranları dahilinde uygulanabilir.

INTRODUCTION: Different approaches are used depending on placement of mesh in the surgical treatment of incisional hernia. These methods have controversial results in terms of wound complications and recurrence. In this study, it was aimed to compare open mesh repair of incisional hernia using the approaches of "onlay" and "sublay" mesh placement in terms of complications and recurrence.
METHODS: Patients who underwent mesh repair of incisional hernia in our hospital for a 2-year retrospective study were evaluated. The patients were divided into two groups according to the placement of the polypropylene mesh: "onlay" (Group O, n = 27) and "sublay" (Group S, n = 25). Demographic and clinical data of the patients were recorded. Postoperative early (seroma, hematoma, wound infection) and late (chronic pain, recurrence) complications were compared between groups.
RESULTS: There were 52 patients in the study with a mean age of 60.4 ± 12 years. There was no difference between the groups in terms of demographic and clinical characteristics (p> 0.05). The mean duration of the surgery in Group S was significantly longer than Group O (p = 0.02). Although the length of hospital stay was longer in Group S, there was no significant difference between the two groups in terms of the length of hospital stay (p = 0.067). There was no significant difference between the groups in terms of early and late wound complications (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is no significant difference between early and late wound complications after mesh repair of incisional hernia with "onlay" and "sublay" methods. Both methods can be applied with similar efficacy and safety.

14.Progression of Spinal Dermal Sinus Tracts to Intraspinal Abscess: A Single Center Experience
Oğuz Baran, Fatma Deniz Aygün, Ali Metin Kafadar, Pamir Erdinçler, Yıldız Camcıoğlu
doi: 10.14744/hnhj.2020.46354  Pages 310 - 313
GİRİŞ ve AMAÇ: Dermal sinüs traktları, cilt ve derin dokular arasında yer alan orta hat lezyonlarıdır. Ciddi komplikasyonlara yol açmadan tanı konulması önemlidir. Bu çalışmada, geç tanı almış ve/veya hastaneye geç yatış nedeniyle intradural / intramedüller abse oluşumuna yol açan 5 spinal dermal sinüs traktı vakası bildirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2010 ile Eylül 2019 arasında ameliyat edilen spinal dermal sinüs traktı vakaları tıbbi kayıtlardan incelenmiştir.
BULGULAR: Spinal dermal sinüs traktına bağlı intradural / intramedüller abse tanısı alan 5 hasta bulundu. Tüm vakaların tanı konmamış ve/veya geç tedavi edilmiş dermal sinüs traktına sahip hastalar olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dermal sinüs traktı, pediatristlerin ve nöroşirurjenlerin dikkat etmesi gereken önemli patolojilerden biridir. Tanı konulamaması ya da geç konulması geri dönüşü olmayan ciddi sorunlara yol açabilir.
INTRODUCTION: Dermal sinus tract is a midline lesion between skin and deep tissues. They are crucial to be early diagnosed before leading to severe complications. In this paper, we report 5 spinal dermal sinus tract cases that were lead to intradural/intramedullary abscess formations because of late diagnose or late admission to hospital.
METHODS: The patients with spinal dermal sinus tract who were operated in the authors’ department between January 2010 to September 2019 were investigated from medical records.
RESULTS: Five patients diagnosed with intradural/intramedullary abscess due to spinal dermal sinus tract were found. It is understood that all abscess formations were complications of undiagnosed and missed spinal dermal sinus tracts.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Dermal sinus tract is one of the important pathologies that pediatricians and neurosurgeons should pay attention to. Missing or delay in diagnosis can lead to irreversible deficits.

15.Emergency Departments in the Detection of COVID-19 Cases; Multi-Centered Data From Turkey
İlker Akbaş, Sinem Doğruyol, Sinem Avcı, Abdullah Osman Koçak, Davut Tekyol, Aycan Akçalı, Burak Acar, Zeynep Çakır
doi: 10.14744/hnhj.2021.26121  Pages 314 - 324
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 için henüz spesifik bir tedavi mevcut olmadığından enfekte vakaların hızlı tespiti ve izolasyonu, enfeksiyonun yayılım sürecine etki edebilecek en önemli basamaktır. Çalışmamızda hedefimiz, acil serviste değerlendirdiğimiz olası/kesin COVID-19 vakalarına ait öykü, klinik bulgular, initial toraks bilgisayarlı tomografi (BT) bulguları ve real-time polymerase chain reaBTion (RT-PCR) sonuçlarını inceleyip bu verilerin kendi içindeki tutarlılıklarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma çok merkezli, retrospektif olarak dizayn edilmiş olup COVID-19 01.04.2020 ile 01.05.2020 tarihleri arasında acil serviste değerlendirilmiş 18 yaş ve üstü hastalardan, Türkiye Cumhuriyeti sağlık bakanlığı algoritmasında belirtilmiş olan olası ve kesin COVID-19 vakaları dahil edilmiştir. Hastalara ait yaş, cinsiyet, komorbidite, başvuru ve temas bilgileri; başvuru şikayetleri, vital bulguları, laboratuvar parametreleri, BT bulguları, servis/yoğun bakım yatış durumu, hastanede kalış süresi ve vaka ölüm oranı (VÖO) geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: 687 hastanın %62,4'ü erkekti, ortalama yaş 49,7’ydi. Hastaların% 49.9'unda en az bir komorbidite vardı. En sık görülen semptomlar ateş (%61,6), öksürük (%56,5), nefes darlığıydı (% 33,2). Hastaların% 33.9'unda RT-PCR pozitifliği,% 69.9'unda BT pozitifliği ve% 72.5'inde hem RT-PCR hem de BT pozitifliği vardı. BT'nin duyarlılığı 72,5, özgüllüğü%31,5 ve doğruluğu%45,5 idi. En yaygın BT paterni saf GGO idi (%47,9). VÖO %6 idi ve hem RT-PCR hem de CT pozitif hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p = 0.01). Lojistik regresyon analizine göre, erkek cinsiyet (p = 0.037; OR: 0.385; % 95 CI, 0.157–0.943), daha yüksek yaş (p = 0.000; OR: 1.068;% 95 CI, 1.031–1.106) ve komorbidite varlığı (p = 0.008; OR: 5.374;% 95 CI, 1.539–7.618) mortalite ile ilişkili bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: RT-PCR ve BT’nin birlikte kullanımı ve hastalara ait klinik veriler ile desteklenmesinin tanıda temel yol gösterici olduğunu tespit ettik. Hem RT-PCR hem de BT pozitif olan hastalarımızda hospitalizasyon süresi, yoğun bakım takip oranı ve VÖO anlamlı derecede artmıştı. Ayrıca ileri yaş, erkek cinsiyet ve komorbidite varlığı durumlarının hasta mortalitesi üzerinde etkili olduğunu tespit ettik.
INTRODUCTION: The aim of this study is to examine the story, clinical findings, initial computed tomography (CT) findings and reverse transcription–polymerase chain reaction (RT-PCR) results and evaluate the consistency of this data.
METHODS: This is a multi-center retrospective study and out of patients aged 18 and over who were evaluated for COVID-19 in the emergency department between 01.04.2020 and 01.05.2020. Data regarding the patients such as age, gender, comorbidity, COVID-19 contact, symptoms, vital findings, laboratory parameters, CT findings, hospitalization status and case fatality rate (CFR) were examined.
RESULTS: 62.4% of 687 patients were male, the mean age was 49.7. 49.9% of patients had at least one comorbidity. The most common symptoms were fever (61.6%), cough (56.5%), dyspnea (33.2%). 33.9% of patients had RT-PCR positivity, 69.9% had CT positivity, and 72.5% had both RT-PCR and CT positivity. Sensitivity of CT was 72.5, its specificity was 31.5% and its accuracy was 45.5%. Most common CT pattern was pure GGO (47.9%). CFR was 6% and it was significantly higher in both RT-PCR and CT positive patients (p=0.01). According to logistic regression analysis, male gender (p=0.037; OR: 0.385; 95% CI, 0.157–0.943), higher age (p=0.000; OR: 1.068; 95% CI, 1.031–1.106) and comorbidity presence (p=0.008; OR: 5.374; 95% CI, 1.539–7.618) were found to be associated with mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we found that using RT-PCR and CT together and supporting them with clinical data was the strongest approach in the diagnosis of COVID-19 cases.

16.The Reasons for High Re-Intubation Frequency in Intensive Care: A Retrospective Study
Ahmet Sarı, Damla Akman, Osman Ekinci
doi: 10.14744/hnhj.2020.05900  Pages 325 - 330
GİRİŞ ve AMAÇ: Mekanik ventilasyon tedavisi genellikle 3.düzey yoğun bakımlarda sık uygulanmaktadır. Hastaların bir kısmı pozitif sıvı dengesi, elektrolit dengesizlikleri, uzamış mekanik ventilasyon süresi, protein-enerji dengesizlikleri veya yaş nedeniyle reentübasyona ihtiyaç duyabilirler. Reentübasyon ise yoğun bakımda morbidite ve mortalitenin artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kliniğimizde reentübasyon oranlarını ve nedenlerini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.06.2018 tarihinden 01.01.2019 tarihine kadar olan 18 aylık dönemde yoğun bakıma yatan hastaların dosyalarını retrospektif olarak inceledik. Extübasyonu başarılı olan hastaları ve reentübe edilen hastaları kaydettik.
BULGULAR: Çalışmaya kriterleri karşılayan 84 hasta dahil edildi. Hastaların 43’ü (%51.2) reentübasyon ve 41’i (%48.8) başarılı extübasyon olmak üzere 2 grup altında incelenmiştir. Reentübasyon grubunun yaş ortalamaları, apache II değerleri ve komorbidite oranları başarılı extübasyon grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksektir. Reentübasyon grubunda inotrop tedavisi görülme oranı (%48.8), başarılı extübasyon grubundan (%14.6) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Reentübasyon ve başarılı extübasyon grupları arasında aldığı enerji ve protein miktarı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğun bakımda uygulanan mekanik ventilasyon tedavisi genellikle sorunsuz bir şekilde sonlandırılmaktadır. Ancak hastaların bir kısmında tekrardan mekanik ventilasyon tedavisine başlamak gerekebiliyor. Reentübasyon, mekanik ventilasyonun beklenmeyen bir sonucu olarak karşımıza çıkabilmekte ve yoğun bakımda mortaliteyi artırabilmektedir. Reentübasyon-mortalite ilişkisi birçok çalışmada gösterilmiştir. Yaptığımız çalışmada reentübe olan hastalarda mortalite oranının yaklaşık 2 kat daha fazla olduğunu tespit ettik. Bu nedenle hastaların extübasyonu planlanırken solunum desteğine neden olan esas problem düzeltildikten sonra reentübasyona neden olabilecek diğer risk faktörlerinin gözden geçirilmesi olası bir reentübasyon riskini azaltacaktır.
INTRODUCTION: Mechanical ventilation is frequently applied in 3rd level intensive care units. Some patients may require re-intubation due to positive fluid balance, electrolyte imbalances, prolonged mechanical ventilation, protein-energy imbalances or age. Re-intubation causes increases in morbidity and mortality in intensive care. Hence we investigated the rates and causes of re-intubation in our clinic.
METHODS: We retrospectively analyzed the files of patients hospitalized in intensive care during the 18-month period from 01.06.2018 to 01.01.2019.We recorded patients with successful intubation and patients who were reintubated.
RESULTS: 84 patients who met the criteria were included in the study. The patients were studied under two groups, namely 43 re-intubed patients (51.2%) and 41 successfully extubated patients (48.8%). Mean age, apache II values and comorbidity rates of the re-intubation group were statistically significantly higher than of the successful extubation group. The rate of inotrope treatment (48.8%) in the re-intubation group was statistically significantly higher than in the successful extubation group (14.6%). No statistically significant difference was found between re-intubation and successful extubation groups in terms of energy and protein intake.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mechanical ventilation treatment in intensive care can usually be finished without any problems. However, some patients may need mechanical ventilation treatment again. Reintubation can occur as an unexpected result of mechanical ventilation and increase mortality in intensive care. Reintubation-mortality relationship has been shown in many studies. Our study reports that mortality rate is approximately twofold in re-intubed patients. Therefore, before planning the extubation of patients, correcting the main problem causing respiratory support and reviewing other risk factors that may cause reintubation, will reduce the risk of reintubation.

17.Evaluation of In-Vehicle Phaeton Accidents Admitted to the Emergency Department: A Retrospective Study
Rohat Ak, Nihat Müjdat Hökenek
doi: 10.14744/hnhj.2021.42204  Pages 331 - 335
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı araç içi fayton kazalarının travmatik sonuçlarının değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma retrospektif, gözlemsel bir araştırmadır. Üçüncü basamak bir üniversite hastanesinde, 2011-2019 yılları arasında 8 yıllık dönemde, acil servise fayton kazaları nedeniyle başvuran hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Veriler hastane otomasyon sisteminden iki defa taranmıştır. Dahil edilme kriterlerini karşılayan, dışlanma kriterlerini karşılamayan hastalar çalışmaya alınmıştır. Hastaların demografik verileri ve yaralanma bölgeleri çalışmada incelenmiştir. İstatistiksel anlamlılık p<0.05 olarak kabul edildi.
BULGULAR: Çalışma 52 kadın cinsiyetinde, 72 erkek cinsiyetinde, 124 hasta ile çalışma yürütüldü. Mortalite 35(%28.2) hastada görüldü. Ex olgularda nazal, subdural, epidural, intraparankimal, kafa kemik kırığı, barsak perforasyonu, batın içi serbest mai, pelvis, femur, pnömotoraks, hemotoraks, kot fraktürü ve yumuşak doku yaralanması yüzdelerinin sağ olgulardan daha yüksek olduğu saptandı. (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fayton kazaları ölümcül sonuçlara sebep olabilen ciddi yaralanmaladır. Araç içine entegre güvenlik önlemlerinin arttırılması ile bu kazalardaki mortalite oranları düşürülebilinir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate the traumatic consequences of in-vehicle phaeton accidents.
METHODS: The study is a retrospective and observational study. Patients who admitted to the emergency department (ED) due to phaeton accidents, in a period of 8 years between 2011 and 2019, in a tertiary university hospital, were included in the study. The data were scanned twice from the hospital automation system. Patients who met the inclusion criteria and did not met the exclusion criteria were included in the study. Demographic data and injury regions of the patients were examined in the study. Statistical significance was accepted as p <0.05.
RESULTS: There were 124 patients included in this study, which 52 were women and 72 were men. Mortality was seen in 35 (28.2%) patients. In Ex cases, the percentage of nasal, subdural, epidural, intraparenchymal, skull fractures, intestinal perforation, intraabdominal free mai, pelvis, femur, pneumothorax, hemothorax, rib fracture and soft tissue injury were found to be higher than the survivor cases (p <0.05 ).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Phaeton accidents are serious injuries that can cause fatal consequences. Mortality rates in these accidents can be reduced through increasing the safety measures integrated into the vehicle.

18.Vitamin D Levels in Patients Presenting with Comprehensive Body Pain Complaints to Family Medicine Clinic
Hatice Dülek
doi: 10.14744/hnhj.2019.03880  Pages 336 - 340
GİRİŞ ve AMAÇ: D vitamini; yağda eriyen vitaminler arasında yer almakta olup aynı zamanda endojen olarak sentezlendikleri için hormon olan bir grup steroldür. Kalsiyum, fosfor metabolizması ve kemik mineralizasyonu üzerine etkisi vardır ve aynı zamanda genel sağlık ve iyilik hali için de çok önemlidir. D vitamini düzeyini değerlendirmek için 25-Hidroksi vitamin D (25-OH D) düzeyine bakılmalıdır. Çalışmanın amacı hastanemize başvuran yaygın vücut ağrıları olan hastalarda D vitamini eksikliği olup olmadığını belirlemek ve yaş ile cinsiyete göre 25-OH D düzeyleri arasındaki farkı tespit etmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.04.2018–30.11.2018 tarihleri arasında hastanemiz uzman aile hekimliği polikliniğine başvuran hastalardan 25-OH D vitamini düzeyi çalışılanlar retrospektif olarak incelendi. Araştırmaya katılan yaygın vücut ağrısı olan hastalar (n=473) yaş gruplarına ve cinsiyete göre sınıflandırıldı. İstatistiksel analizler için Number Cruncher Statistical System 2007 (Kaysville, Utah) programı kullanıldı.
BULGULAR: Olguların %13,5’inde (n=64) ciddi vitamin D eksikliği, %51,6’sında (n=244) vitamin D eksikliği, %26,9’unda (n=127) vitamin D yetersizliği görülmüştür. Cinsiyete göre D vitamini ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmış ve kadınların ölçümleri erkeklerden düşük bulunmuştur (p=0,001; p<0,01). Yaş açısından gruplar arası anlamlı farklılık saptanmadı (r: 0,051; p=0,271; p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaygın vücut ağrısı şikayeti olan 473 hastanın ortalama 25-OH D düzeyleri 30 ng/ml’in altında bulundu. Bu durumun güneş ışığından yeterli düzeyde faydalanmama ve diyetsel faktörlerle ilişkili olacağı düşünülerek, kişilere D vitamini takviyesi yapılması uygundur.
INTRODUCTION: Vitamin D is a fat soluble vitamin and as it can be acquired endogenously, it is also a group of sterol that can function as hormones. Vitamin D has effects on calcium, phosphor metabolism and bone mineralization and plays a vital role in general health and well-being. 25 Hydroxyvitamin D (25-OH D) level should be checked to determine vitamin D levels. The objective of the study was to determine whether patients presenting to our hospital with widespread body pain had vitamin D deficiency and determine the difference in 25-OH D levels based on age and gender.
METHODS: 25-OH vitamin D levels in patients who presented to the family practice clinic in Hospital between the dates 01.04 / 30.11/2018 were examined retrospectively. Patients with widespread body pain included in the study (n=473) were classified based on age and gender. Number Cruncher Statistical System 2007 (Kaysville, Utah) program was used for statistical analysis.
RESULTS: 13.5% (n=64) of the subjects had severe vitamin D deficiency, 51.6% (n=244) had vitamin D deficiency and 26.9% (n=127) had vitamin D insufficiency. A statistically significant difference found in vitamin D results between the two genders and vitamin D levels in women were lower than vitamin D levels in men (p=0.001; p<0.01). No significant difference was found between age groups (r: 0.051; p=0.271; p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The mean 25-OH D level of 473 patients with widespread body pain was less than 30 ng/ml. This was thought to be caused by insufficient exposure to sunlight and dietary factors and vitamin D supplements can be recommended to these people.

19.The Clinical Significance of Neutrophil Lymphocyte Ratio, Monocyte Lymphocyte Ratio and Platelet Lymphocyte Ratio in Patients with Guillain-Barré Syndrome
Cihan Bedel, Mustafa Korkut
doi: 10.14744/hnhj.2019.38233  Pages 341 - 345
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı Guillain-Barré Sendromu (GBS) tanısında tedavi öncesi nötrofil lenfosit oranı (NLR) ve trombosit lenfosit oranı (PLR) ve monosit lenfosit oranı (MLR) 'nın prognostik değerini belirlemekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada toplam 98 GBS hastası ve 101 sağlıklı kontrol (HC) vardı.
BULGULAR: Çalışmamız GBS hastalarında HC ile karşılaştırıldığında daha yüksek düzeyde NLR, PLR ve MLR olduğunu gösterdi (sırasıyla p <0.001, p <0.001, p <0.001). Alıcı işletim karakteristiği analizini (ROC) kullanarak NLR, PLR ve MLR'nin GBS hastalığı tahminindeki etkinliğini araştırdık. NLR eğri altındaki en yüksek alana (AUC) sahipti (0.912,% 95 CI, 0.870 ila 0.954), ardından MLR ve PLR (sırasıyla AUC = 0.811, 0.753) gelmekteydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: NLR, PLR ve MLR, GBS hastaları için potansiyel bir inflamatuar biyobelirteç olarak düşünülebilir.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to determine the prognostic value of the pretreatment neutrophil lymphocyte ratio (NLR), and platelet lymphocyte ratio (PLR) and monocyte lymphocyte ratio (MLR) in the diagnosis of Guillain-Barré Syndrome (GBS).
METHODS: This retrospective study enrolled a total of 98 GBS patients and 101 healthy control (HC).
RESULTS: Our study showed that GBS patients had higher level of NLR,PLR and MLR compared with HC (p < 0.001, p < 0.001, p < 0.001, respectively). We investigated the effectiveness of NLR, PLR and MLR in prediction of GBS using receiver operating characteristic (ROC) analysis. NLR had the highest area under curve (AUC) (0.912, 95% CI, 0.870 to 0.954), followed by MLR and PLR (AUC = 0.811, 0.753, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR, PLR and MLR can be considered as a potential inflammatory biomarker for GBS patients

20.Autoimmune Diseases in Turkish Patients with Type 1 and Type 2 Diabetes: A Single-Center Experience
Seher Tanrıkulu, Gülşah Yenidünya Yalın, Ramazan Çakmak, Sakin Tekin, Hülya Hacışahinoğulları, Nurdan Gül, Özlem Soyluk Selçukbiricik, Ayşe Kubat Uzum, Yıldız Tütüncü, Kubilay Karşıdağ, Nevin Dinççağ, Mehmet Temel Yılmaz, Ilhan Satman
doi: 10.14744/hnhj.2019.59852  Pages 346 - 351
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabet kılavuzları özellikle çocukluk çağı başlangıçlı Tip 1 diyabette (T1D) otoimmün tiroid hastalığı (OİT) ve çölyak hastalığı taraması önermektedir. Bu konudaki kanıtlar zayıf (uzman düzeyinde) olmakla birlikle erişkin başlangıçlı T1D'te veriler daha kısıtlıdır. Bu çalışmanın amacı, çocukluk çağı ve erişkin başlangıçlı T1D'li hastalarda eşlik eden OH'lerin prevalansını belirlemek, OH'lerin dağılımını T2D olan hastalarla karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek bir merkezde takip edilen ardışık 1594 yetişkin diyabet hastasının %22'sinde (n=351) T1D mevcuttu. T1D'li hastalar otoimmün tiroid hastalığı, pernisiyöz anemi, vitiligo, çölyak, Addison ve diğer organa özgü/sistemik otoimmün/inflamatuar hastalıklar için tarandı.
T1D olan bireylerdeki OH'lerin dağılımını karşılaştırmak için otoimmünitesi olduğu bilinen 50 T2D hastası çalışmaya dahil edildi. Ayrıca glisemik kontrol düzeyi ve komplikasyonların dağılımı değerlendirildi.
BULGULAR: Otoimmün hastalık prevalansı T1D'de %26.2 idi ve kadınlar erkeklerden daha fazla etkileniyordu. Otoimmün tiroid hastalığı en yaygın görülen OH olup, bunu pernisiyöz anemi, vitiligo, çölyak ve erken gonadal yetmezlik izledi. Hastaların %60'ının üzerinde tek OH mevcutken (çoğunlukla otoimmün tiroid hastalığı; T1D %83,6, T2D %68,6), %20'den fazla hastada iki adet eşlik eden OH vardı. T1D olan hastaların %8.2'sinde üç adet eşlik eden OH mmevcuttu. Otoimmün tiroid hastalarının çoğunda Hashimoto tiroiditi ve/veya hipotiroidi mevcutken, sadece %12'sinde Graves hastalığı vardı (T1D %10.9 ve T2D %14). T1D kadınlarda pernisiyöz anemi (%22.8), vitiligo (%9.8) ve çölyak (%8.7) otoimmün tiroid hastalığına eşlik eden en sık komorbiditelerdi. Otoimmün hastalık, hastalık başlangıç zaman glisemik kontrol, ve komplikasyon oranları arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Otoimmün tiroid hastalığı taraması, çocukluk çağı başlangıçlı T1D önerildiği gibi erişkin başlangıçlı T1D'nin rutin programında da düşünülmelidir. Ayrıca, T1D'li kadınlar eşlik edebilecek pernisiyöz anemi, vitiligo ve çölyak hastalığı için değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: Diabetes guidelines recommend routine screening for autoimmune thyroid disease (ATD) and celiac disease, especially in cases of childhood-onset type 1 diabetes (T1D). However, level of evidence is weak (expert opinion), and for adult-onset T1D even less clear. The aim of this study is to evaluate the prevalence of comorbid autoimmune diseases (ADs) in childhood-onset and adult-onset T1D patients, and to compare distribution of individual ADs with those with T2D.
METHODS: Among a total of 1594 adult diabetes patients who were consecutively followed by a single Diabetes Center, 22%(n=351) had T1D. Patients with T1D were screened for ATD, pernicious anemia, vitiligo, celiac, and when clinically relevant for Addison’s, and other organ-specific/systemic autoimmune/autoinflammatory diseases. To compare distribution of ADs we included a group of 50 T2D patients with at least one known autoimmunity. Additionally, relationship between ADs, level of glycemic control, presence of micro-and macrovascular complications were investigated.
RESULTS: The prevalence of AD was 26.2% in T1D with females being more affected than males. ATD was the most prevalent, followed by pernicious anemia, vitiligo, celiac, and premature gonadal failure. Over 60% had single (mostly ATD; T1D 83.6%, T2D 68.6%), and over 20% had double AD with no significant difference between T1D and T2D. Of T1D patients, 8.2% had triple AD. The majority of ATDs was Hashimoto’s thyroiditis and/or hypothyroidism, only 12% had Graves’ disease (T1D 10.9%, and T2D 14%). In T1D women, pernicious anemia (22.8%), vitiligo (9.8%), and celiac (8.7%) were the most common comorbidities of ATD. There was no significant relationship between the frequency of ADs and individual ADs and glycemic control, age-at-onset of diabetes, and micro-and macrovascular complications.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Screening for ATD should be included in routine management protocol of adult-onset T1D as recommended in those with childhood-onset. Furthermore, we suggest investigation for pernicious anemia, vitiligo, and celiac disease in women with T1D.

CASE REPORT
21.Corpus Callosum Agenesis: Speech and Language Disorder
Özlem Oğuz, Şükrü Torun
doi: 10.14744/hnhj.2019.50103  Pages 352 - 356
GİRİŞ ve AMAÇ: Korpus kallosum agenezisi çeşitli faktörler dolayısıyla komissural liflerin orta hattı geçemediği, arkaya doğru ilerleyen kör bir bandın meydana geldiği doğumsal bir olgudur. Bu olgu sonucunda bireylerde farklı etkilenimler söz konusu olmakta ve değişken performanslar sergilenmektedir. Bu çalışmanın amacı dil ve konuşma alanında sıklıkla karşılaşılmayan bir korpus kallozum agenezisi vakası hakkında değerlendirmeye ve süregelen bir müdahale sürecine yönelik bilgi sunmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 42 aylık bir katılımcının TEDİL ve TİGE dil ve konuşma değerlendirmesi yapılmış, ardından 18 haftalık dil ve konuşma terapisi sonrasında sonuçlar tekrar incelenmiştir.
BULGULAR: Vakanın terapi sürecinin başlarında en fazla 5-6 sözcük üretimi gerçekleştirebiliyorken, 18-seanslık terapi sonrasında sözcük sayısının 20-25 civarına yükseldiği görülmüştür. Ayrıca, vakanın istediği nesneyi jest kullanarak belirtmeye, sözel ve motor taklitleri yavaş yavaş gerçekleştirmeye başladığı ifade edilmiş, bazı durumlarda ikili sözcük kombinasyonlarını ürettiği ve ağlama, vurma gibi davranış problemlerinin azaldığı gözlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada alanyazında yer alan çalışmalara benzer sonuçlara erişilmiş; vakanın yaşıtlarına göre gelişimsel geriliğinin olduğu, kronolojik yaşına uygun bir dil gelişimi sergilemediği görülmüştür.KKA olgularında dil ve konuşma terapisinin etkinliğine yönelik çok fazla çalışma bulunmamasına rağmen, gerekli ve zamanında interdisipliner bir müdahale ile tanı almış olan bireyin söz konusu defisitlerini kompanse edecek becerilerin öğretilebileceği savunulmaktadır.
INTRODUCTION: Corpus callosum agenesis is a rare congenital condition result from a fiberal malformation. Individuals with corpus callosum agenesis may have different symptoms. This study aims to introduce a rare condition and inform about ongoing assessment and treatment processes.
METHODS: 1 participant diagnosed with corpus callosum agenesis who is 42 months was assessed with TEDİL and TİGE assessment tests and had speech and language therapy for 18 months. While therapy was continuing, the second evaluation was carried out.
RESULTS: The participant was found to produce only 5-6 single words in the beginning of intervention besides exhibiting many of behavioral problems. With 18 month sessions, the participant was able to not only use more words, word combination and pragmatic gestures but also have eye contact, imitation skills and less behavioral problems.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results were similar to the ones in related studies which focus on corpus callosum agenesis which shows that the participant has had developmental delay and speech & language disorder. It is stated that intervention and assessment process is better conducted with multidisciplinary team

22.Intra-Abdominal Mass in Newborns: Congenital Mesoblastic Nephroma
Sevim Yener, Aytekin Kaymakçı
doi: 10.14744/hnhj.2021.86619  Pages 357 - 360
Yenidoğanda Batın içi Kitle: Konjenital Mezoblastik Nefroma
Intra-Abdominal Mass in Newborns: Congenital Mesoblastic Nephroma

23.Invasive Pulmonary Fungal Infection Caused by the Fungus Spiromastix in an Immunosuppressive Patient
Deniz Turan, Özlem Doğan, Yasemin Çağ, Sebahat Aksaray, Fatma Özakkaş, Emre Soysal
doi: 10.14744/hnhj.2019.55823  Pages 361 - 366
İnvaziv fungal enfeksiyonlar (İFE), özellikle hematolojik maligniteli ve immün yetmezliği bulunan hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Bu hasta grubunda İFE etkeni olarak en sık Aspergillus cinsi küf mantarları saptanmakla birlikte, son yıllarda nadir rastlanan küflerin de etken olabileceği çeşitli yayınlarda bildirilmiştir. Bu raporda akut miyeloid lösemi (AML) tanısı ile remisyon indüksiyon kemoterapisi alan 80 yaşında erkek hastada posakonazol (POS) profilaksisini takiben Liposomal Amfoterisin B (LAmB) ile tedavi sırasında, Spiromastix cinsi küf mantarına bağlı gelişen ve vorikonazol (VOR) ile başarılı bir şekilde tedavi edilen invaziv pulmoner fungal enfeksiyon olgusu sunulmaktadır. Günümüze kadar literatürde Spiromastix cinsi küf mantarının etken olarak izole edildiği iki olgu bildirilmiş olup, bizim olgumuzda Türkiye’den bildirilen ilk olgu olma özelliğini taşımaktadır.
Invasive fungal infections (IFEs) are significant causes of morbidity and mortality, particularly in patients with hematological malignancies and immune deficiency. The fungus Aspergillus is the most commonly detected cause of IFEs in this patient group, although recent studies have reported rare fungi as the causative agent. We present here the case of an 80-year-old male patient who was undergoing remission induction chemotherapy due to acute myeloid leukemia (AML). The patient developed an invasive pulmonary fungal infection caused by the fungus Spiromastix during therapy with liposomal amphotericin B (LAmB) following posaconazole prophylaxis (POS), and was treated successfully with voriconazole (VOR). There have been two studies to date in literature detailing the isolation of the fungus Spiromastix, although this is the first case report from Turkey.

LookUs & Online Makale