1. | Yayın Kurulu Editorial Board Sayfalar III - VIII |
2. | İçindekiler Contents Sayfalar IX - X |
ARAŞTIRMA MAKALESI | |
3. | Tümefaktif Demiyelizan lezyonlar: 11 Olgu Serisi ve Literatür Derlemesi Tumefactive Demyelinating Lesions: A Case Series of 11 Patients and Review of The Literature Mustafa Efendioğlu, Tuğçe Kızılay, Ruziye Erol Yıldız, Devran Suer, Zerrin Karaaslan, Cemile Handan Mısırlı, Erdem Tuzun, Recai Türkoğludoi: 10.14744/hnhj.2021.59862 Sayfalar 245 - 255 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı; Tümefaktif demiyelizan lezyonu(TDL) olan onbir hastanın ayırıcı tanıdaki zorluklarını takip verilerinin eşliğinde sunulması ve olası prognostik faktörlerin özelliklerini ortaya koymaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız SBÜ Haydarpaşa Numune Eğitim Araştırma Hastanesi’nde; 2000-2020 yılları arasında en az bir serebral demiyelinizan lezyon (> 2cm) ile başvuran TDL olan 11 hastanın prospektif takibi ile klinik, laboratuvar ve radyolojik bilgileri toplanarak retrospektif bir analiz gerçekleştirildi. BULGULAR: Hastalarımızın %72,7’si kadın (n=8), %27,2’si erkek (n=3) idi. Kadın üstünlüğü (K/E= 2,66) görülmekle birlikte ortalama başlangıç yaşı 33,45 yıl (min: 18 max: 68) idi. 11 hastanın 9’unda (%81,8) TDL ilk nörolojik olay ile prezente olurken, 2’sinde (%18,1) MS teşhisi konulduktan sonra TDL gelişti. İlk nörolojik olayı tümefaktif lezyon olan 9 hastanın 3’ünde Nöromiyelitis Optika(NMO), 2’si Multipl Skleroz(MS), 2’si Akut Dissemine Ensefalomiyelit(ADEM) tanısı konularak izlendi. İki hasta ise monofazik seyirli TDL olarak takibe alındı. Ortalama takip süresi: 62,16 ay (min: 1 ay, max: 180 ay) idi. TARTIŞMA ve SONUÇ: TDL klinik ve radyolojik bulgular ile beyin tümörü dahil diğer lezyonlardan ayırt edilerek tanı konulması zordur. Ayrıntılı anamnez, fizik muayene ve MR görüntüleme, hastaların beyin biyopsisine olan ihtiyacını ortadan kaldırabilir. Erken teşhis ve agresif immünomodülatör tedaviler, ikinci bir demiyelinizan olayı veya klinik olarak kesin MS'e ilerlemeyi geciktirebilir. |
4. | Dispeptik Hastalarda Helicobakter Pylori Enfeksiyonunun D Vitamini Değerleri Üzerine Etkisi Effect of Helicobacter Pylori İnfection on Serum Vitamin D Levels Patients with Dyspepsia Öznur Eser, Esra Polat, Şeyda Tekatlı, Şirin Güvendoi: 10.14744/hnhj.2021.73383 Sayfalar 256 - 259 GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda üst gastrointestinal sistem endoskopik değerlendirmesinde helikobakter pilori enfeksiyonu saptanan ve saptanmayan hastalarda D3 vitamini düzeylerini retrospektif olarak karşılaştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 01.07.2019-31.03.2021 tarihleri arasında üçüncü basamak bir merkezin Çocuk Gastroenteroloji polikliniğinde takip edilen tedaviye dirençli dispeptik yakınmaları olan çocuk hastalara yapılan üst gastrointestinal sistem endoskopisi verileri geriye dönük incelenerek yapılmıştır. Endoskopik biyopsi örneklerinde histopatolojik olarak helikobakter pilori varlığına göre iki gruba ayrılan hastaların yaş, boy,kilo, vücut kitle indeksi değerleri ile serum vitamin D3 düzeyleri incelendi BULGULAR: Çalışmaya üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılan, 86 çocuk hasta alındı. Çocukların 58’i (%67,44) kız iken 28’i (%32,55) erkekti. Üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılan 43 hastanın antrum ve korpustan alınan biyopsi materyallerinin histopatolojik değerlendirilmesinde 43 hastada (%50.00) helikobakter pilori pozitifliği saptandı. Kırk üç hastada (%50.00) ise helikobakter pilori saptanmadı. Vücut kitle indeksi değerleri ortalama; helikobakter pilori pozitif grup için 18,81± 3,86, helikobakter pilori negatif grup için 17,82 ± 3,18 olarak saptandı (t-test p = 0,195). Vitamin D3 düzeyi helikobakter pilori pozitif grupta ortanca olarak 10,00 ng/ml (Çeyrekler-arası aralık = 6,00) negatif grupta ortanca 14,00 ng/ml (Çeyrekler-arası aralık = 9,30) olarak bulundu. Vitamin D3 düzeylerinde helikobakter pilori pozitif ve helikobakter pilori negatif hasta grupları arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulundu (p = 0.033) TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, helikobakter pilori pozitif olan grupta helikobakter pilori negatif olan gruba göre vitamin D3 düzeyleri anlamlı düşük saptandı (p = 0,033). Bu bulgu mukozal hasarın vitamin D3 emilimini etkileyebileceğini desteklemektedir. Çalışmamızda dispeptik yakınmaları olan hastaların boy standart deviasyon skor ve kilo standart deviasyon skor ortanca değerleri helikobakter pilori enfeksiyonu olan grupta daha yüksek olduğunu gördük. Bu sonuç boy kısalığının gelişiminde birçok değişkenin etkili olmasından kaynaklanmış olabilir. Helikobakter pylori enfeksiyonunda erken teşhis ve tedavi, kronik enfeksiyonun uzun vadeli sonuçlarını önlemek için önemlidir. |
5. | Kolorektal Kanserli Türk Hastalarda LFA-1 rs2230433 Varyasyonu LFA-1 rs2230433 Variation in Turkish Patients with Colorectal Cancer Burcu Çaykara, Hani Alsaadoni, Halime Hanım Pençe, Orhan Uzun, Hilmi Bozkurtdoi: 10.14744/hnhj.2019.57625 Sayfalar 260 - 263 GİRİŞ ve AMAÇ: Lökosit fonksiyonu ilişkili antijen 1 (LFA-1), lökosit yüzeylerinde eksprese edilir ve hücrelerarası adezyon molekülleri (ICAM) ile etkileşime girer. LFA-1'in tümörün hayatta kalmasında ve büyümesinde rolleri olabileceğinden, rs2230433 varyasyonunun kolorektal kanser üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza kontrol grubu olarak kanser öyküsü olmayan 67 sağlıklı kişi ve hasta grubu olarak kolorektal kanser tanısı konmuş 100 kişi dâhil edildi. DNA, kan örneklerinden izole edildi ve polimeraz zincir reaksiyonu (PCR)-restriksiyon fragman uzunluk polimorfizmi (RFLP) yöntemleriyle varyasyon analizi yapıldı. İstatistiksel analiz SPSS 22.0 kullanılarak yapıldı ve p˂0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR: LFA-1 rs2230433 genotipleri ve aleller hasta ve kontrol grupları arasında benzer bulundu. Genotip ile hastalık riski değerlendirmesi için allel karşılaştırmaları arasında anlamlı bir fark bulunmadı (p˃0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız LFA-1'in rs2230433'ün kolorektal kanser ile ilişkili olmadığını göstermektedir. |
6. | Prematüre Retinopatisi Gelişiminde Etkili Risk Faktörleri, Tarama Sonuçları ve Vitre İçi Ranibizumab Tedavisi Effective Risk Factors in the Development of Retinopathy of Prematurity, Screening Results and Intravitreal Ranibizumab Treatment Baran Cengiz Arcagök, Berna Özkandoi: 10.14744/hnhj.2021.85619 Sayfalar 264 - 271 GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde takip edilen prematüre bebeklerde üç yıl içindeki prematüre retinopatisi görülme sıklığı, retinopati gelişiminde rol oynayan risk faktörlerinin belirlenmesi, vitre içi ranibizumab tedavisi ve sonuçlarının irdelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Doğum haftası ≤32 hafta ve/veya doğum ağırlığı ≤1500 gram olan bebekler ile klinisyen tarafından risk taşıdığı belirlenen bebekler retinopati gelişimi açısından muayene edildi. Doğum haftası, doğum ağırlığı, doğum şekli, cinsiyet, APGAR skorları, mekanik ventilasyon ihtiyacı, ≥% 40 oksijen tedavisi, oksijen tedavi süresi, sürfaktan tedavisi, asidoz, hipoksi, sepsis, eritrosit transfüzyonu, intraventriküler kanama, apne ve anemiyi içeren risk faktörleri, prematüre retinopatisi gelişen ve gelişmeyen olgularda karşılaştırıldı. BULGULAR: Bebeklerin doğum haftaları ortalaması 30,1±0,24 hafta (23-36 hafta), doğum ağırlıkları ortalaması ise 1362,3 ± 378,6 gram (450-2020 gram) idi. 130 hastanın 21’inde (%16,2) değişik evrelerde prematüre retinopatisi saptandı. Prematüre retinopatisi için taranan tüm hastaların sekizi (%6,1) tedaviye ihtiyaç duydu. Evre III retinopati saptanan yedi hastaya (%5,3) vitre içi ranibizumab, Evre IV retinopati saptanan bir hastaya ise hem ranibizumab hem de lazer tedavisi uygulandı. Doğum haftası ve doğum ağırlığı düşüklüğünün (p<0.001), oksijen tedavi süresinin (p<0.001), sürfaktan tedavisi almış olmanın (p=0.002), sepsisin (p<0.001), kan transfüzyonunun (p<0.001),intraventriküler kanama (p=0.019), apne (p<0.001), anemi (p<0.001), hipoksi (p<0.001), asidoz (p<0.001) varlığının ve APGAR skor düşüklüğünün (p<0.001), prematüre retinopatisi gelişme riskini istatistiksel olarak anlamlı derecede artırdığı saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük doğum haftası ve ağırlığı, yüksek konsantrasyonda ve uzun süreli oksijen kullanımı gibi prematüre retinopatisini artıran risk faktörlerinin uygun yönetimi ile retinopati gelişimi azaltılabilir. Prematüre retinopatisi tedavisinde net bir öneri olmamasına karşın seçilmiş olgularda intravitreal ranibizumab tedavisinin iyi bir seçenek olabileceği düşünülmektedir. |
7. | Postmenopozal Kadınlarda Yaşam Kalitesini Etkileyen Üçlü; İnsülin, Kemik Mineral Yoğunluğu ve Kırık Riski The Triangle That Can Improve Postmenopausal Women's Quality of Life: Insulin, Bone Mineral Density and Fracture Risk Ayşegül Gülbahar, Seda Akgün Kavurmacıdoi: 10.14744/hnhj.2021.82653 Sayfalar 272 - 276 GİRİŞ ve AMAÇ: Menopoz yaşının sabit kaldığı göz önüne alınacak olursa, kadınların yaşamlarının büyük bir bölümünü postmenopozal dönemde geçirdikleri açıktır. Bu dönem östrojen üretiminin de azalması ile birlikte birçok metabolik sorunu beraberinde getirir. Bizim bu çalışmadaki amacımız İnsülin direnci olan ve olmayan gruplarda ki BMD’nin FRAX üzerindeki etkinliğini değerlendirmek. Yeni risk faktörlerinin FRAX tanımlamadaki yerini araştırmak. Böylelikle kırık riski olan kadınlarının erken önlem, teşhis ve tedavisinin sağlanmasıdır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Postmenopozal dönemdeki ve öncesinde bozulmuş glukoz toleransı tanısı mevcut 68 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar rutin biyokimyasal parametreler, kemik mineral yoğunlukları, kırık risk skorları ve insülin dirençleri açısından değerlendirildi. BULGULAR: İnsülin direnci olan grupta (HOMA ≥2.5) HDL kolesterol değeri diğer gruba göre düşük (p= 0.014), TG düzeyi ise direnç olan grupta yüksek olup anlamlı bulunmuştur (p<0,0001). Gruplar arası 25(OH) Vit-D3 değerleri incelendiğinde istatistiksel olarak anlamlı fark gözlendi (p=0,026), insülin direnci mevcut olan hasta grubundaki D vitamini değerlerinin düşük olduğu izlendi. Gruplar arası femur T skor BMD ve lumbar T skor BMD değerleri incelendiği zaman inslün direnci olan gruptaki hastaların kemik yoğunlukları diğer gruba göre anlamlı olarak yüksek izlendi ( p<0.0001, p=0.039). TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastaların risk faktörlerinin dışlanması, erken menopozal evrede olması sebebiyle, gruplar arasında kırık riski FRAX skorlamasına göre düşük çıksa da, kemik kalitesi uzun dönemde düşmesi ile bu riskin artacağı öngörülmektedir. Düşük kemik kalitesine, uzun dönem bozulmuş glukoza bağlı olarak yavaşlayan kemik döngüsünün ve menapoza bağlı uzun dönem östrojen hormon yetersizliğinin sebep olduğunu düşünmekteyiz. Bu da bize kemik fraktürlerini belirlemede, BMD değerinin yeterince spesifik ölçüm olmayabileceğini düşündürmektedir. Sonuç olarak; DM veya bozulmuş glukoz toleransı ile osteoporoz arasındaki ilişkiyi daha doğru temellere oturtmak, yeni risk faktörlerinin FRAX tanımlamadaki yerini araştırmak, böylelikle kırık riski olan kadınlarının erken önlem, teşhis ve tedavisinin sağlanmak için farklı tanı ve takip parametrelerinin de kullanıldığı, prospektif, geniş çaplı çalışmalar yapmak gerekmektedir. |
8. | COVID-19 Salgını Boyunca Başı Yaralarının Yönetimi Daha da Zor Managing Decubitus Ulcers During COVID-19 Outbreak is Even More Challenging Perçin Karakol, Mehmet Bozkurtdoi: 10.14744/hnhj.2020.46503 Sayfalar 277 - 280 COVID 19 enfeksiyonu, 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemi” ilan edilmesinin ardından, dünya sağlık sisteminin hizmet sunum kapasitesi, COVID 19 un daha çok solunum yolu semptomlarını içeren hastalar sayesinde aşıldı. Ancak ülkemiz devlet hastanelerinin oluşan bu duruma hızla adapte olması gerekti. Zaten normal şartlarda da, birçok hastane yataklı servisleri, yoğun bakım üniteleri ve palyatif servislerde yatmakta olan yatak bası yaraları mevcut hastaların tedavileri çok zor ve maliyetliydi. Uyum aşamasında evde tedavi altında olan bası yaralarının, hastaneye mümkün olduğunca az getirilmesi, mümkünse evde tedavilerinin yapılması, hastanede yatan hastaların ise yaralarının hızla kapatılıp, erken dönemde taburcu edilmesi ve yeni bası yaralarının açılmasının engellenmesi amaçlandı. Bu konuda, devlet hastaneleri eğitim birimleri tarafından, yara bakımı personelleri, evde bakım servisi personelleri ve evlerde bakımı üstlenen aile bireylerine eğitimler verildi. Bu zorlu süreçte, enfeksiyona bu denli açık bu hasta grubu, bu şekilde korunmaya çalışıldı. |
9. | Sitotoksisite Analizinde MTT ve WST-1 Testlerinin Karşılaştırmalı Bir Çalışması A Comparative Study of MTT and WST-1 Assays in Cytotoxicity Analysis Ceren Sarı, Sevgi Kolaylı, Figen Celep Eyüpoğludoi: 10.14744/hnhj.2019.16443 Sayfalar 281 - 288 GİRİŞ ve AMAÇ: Sitotoksisite testleri, hücre kültürü ve ilaç geliştirme çalışmalarında sıklıkla kullanılmaktadır. Bu testlerin bazıları, testlerde kullanılan kimyasallardan kaynaklanan etkileşimler nedeniyle yanlış sonuçlar verebilmektedir. Bu çalışmada, HCT-116 ve DLD-1 kolorektal kanser hücre hatlarında Karadeniz propolisi özü (BSPE) ve kafeik asit fenetil ester (CAPE) kullanılarak, MTT ve WST-1 testlerinden elde edilen sonuçları karşılaştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: HCT-116 ve DLD-1 hücreleri, farklı dozlarda CAPE ve BSPE ile muamele edildi. Hücre canlılığı, MTT ve WST-1 sitotoksisite testleri ile karşılaştırmalı olarak analiz edildi. Bunu takiben hücre ölümü, akridin oranj/etidyum bromür boyama (AO/EB) ile morfolojik olarak ve Annexin V/7AAD apoptoz saptama yöntemi ile kantitatif olarak incelendi. BULGULAR: MTT ve WST-1 analizleri, aynı BSPE dozlarında her iki hücre hattında da farklı canlılık değerleri gösterdi. Bununla birlikte, aynı dozlardaki CAPE muamelesinde iki testin sonuçları arasında anlamlı bir fark görülmedi. AO/EB boyaması, BSPE ve CAPE muamelesini takiben gerçekleşen hücre ölümünü doğruladı. Annexin V/7AAD testinden elde edilen tüm sonuçlar, özellikle BSPE muamelesi için WST-1 testinin sonuçlarıyla tutarlıydı. TARTIŞMA ve SONUÇ: BSPE'nin sitotoksik etkilerinin belirlenmesinde, WST-1 testi MTT testine göre daha kesin sonuçlar vermiştir. Bununla birlikte, CAPE'nin sitotoksik etkilerinin belirlenmesinde her iki test de benzer sonuçlar göstermiştir. Sonuç olarak, BSPE gibi doğal bir ürünün sitotoksisite analizinde, WST-1 testinin MTT testine göre daha güvenilir olduğu ortaya konulmuştur. |
10. | Romatizmal Hastalıklarda Akciğer Bulguları Pulmonary Findings in Rheumatic Diseases Güler Özgül, Işıl Üstündoi: 10.14744/hnhj.2019.48569 Sayfalar 289 - 294 GİRİŞ ve AMAÇ: Romatizmal hastalıklarda etkilenen sistemlerden biri de solunum sistemidir. Bu çalışma romatizmal hastalıklarda görülen akciğer tutulum bulguları ve solunum fonksiyon testlerini araştırmak amacıyla yapıldı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2015-2017 tarihleri arasında göğüs hastalıkları bölümünden konsültasyon istenen romatizmal hastalar alındı. 64 romatoid artrit, 43 ankilozan spondilit, 2 psöriatik artrit, 1 Behçet olmak üzere toplam 110 hasta alındı. Akciğer grafisi ve yüksek rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografideki (HRCT) akciğer tutulum bulguları, solunum muayene bulguları ve solunum fonksiyon testleri (SFT) incelendi. BULGULAR: HRCT bulgularında %33,64 normal, %66,36 anormal bulgular izlendi.RA'li hastaların %70'inde (n: 45), AS'li hastaların %58'inde (n: 25) anormal HRCT bulguları saptandı. SFT’leri incelendiğinde %50,0 normal, %32,7 restriktif tip solunum bozukluğu, %15,5 miks tip solunum bozukluğu, %1,8 obstruktif solunum bozukluğu görüldü. TARTIŞMA ve SONUÇ: Romatizmal hastalıklarla akciğer tutulumu farklı şekillerde görülebilir. HRCT ve SFT pulmoner hastalığın yaygınlığı ve derecesi hakkında bilgi verir. Doğru tanı ve tedavide yol gösterir. |
11. | Sınırlı Tip Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun Ergenlerde Klinik Özellikleri Clinical Correlates of Restrictive Type Attention Deficit Hyperactivity Disorder in Adolescents Özalp Ekinci, Özge İpek Doğan, Cemre Yaşöz, Nazan Ekinci, Selin Ayşe İpek Baş, İbrahim Adakdoi: 10.14744/hnhj.2019.81557 Sayfalar 295 - 299 GİRİŞ ve AMAÇ: Önerilmiş olan kısıtlı tip Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun (DEHB-S) klinik özellikleri ergenlerde yeterli düzeyde belirlenmemiştir. DEHB-K’nin Dikkat Eksikliğinin önde geldiği DEHB’den (DEHB-DE) ayrı bir klinik durum olup olmadığı hala tartışılan bir konudur. Bu çalışmada ergenlerde DEHB-S’nin klinik özelliklerinin tanımlanması ve DEHB-K’nin diğer alt tiplerle karşılaştırılması hedeflenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Total olarak DSM-V DEHB tanısı olan 87 ergen (yaş ortalaması: 143 ay, %73.5’i erkek) çalışmaya alındı. Aralarında DEHB-S’nin de bulunduğu DEHB alt tipleri klinik görüşme, ebeveyn bildirileri ve öğretmen bildirilerine dayanarak belirlendi. Çalışma ölçümleri Turgay DSM-IV’e dayalı Çocuk ve Ergen Davranış Bozuklukları Tarama ve Derecelendirme Ölçeği (T-DSM-IV-S), Conners Ebeveyn Derecelendirme Ölçeği (CEDÖ) ve Conners Öğretmen Derecelendirme Ölçeği (CÖDÖ-R) oluşturuldu. BULGULAR: 39 ergende (%44.8) DEHB kombine tip (DEHB/K), 33 (%37.9)’ünde DEHB/DE and 15 (%17.2) had DEHB/S alt tipi olduğu bulundu. Cinsiyet açısından, DEHB/S ve DEHB/DE grupları arasında fark yoktu. Ebeveyn-derecelendirme ölçeği sonuçlarına göre; T-DSM-IV-S’nin total, hiperaktivite, davranım problemleri ve karşıt olma skorları ve CEDÖ’nün total, hiperaktivite, öğrenim problemleri skorları DEHB/DE’de DEHB-S’ya göre daha yüksekti (p<0.05). Öğretmen derecelendirme ölçeklerinde T-DSM-IV-S dikkat eksikliği skorları dışında iki grup arasında fark yoktu. Çalışma ölçeklerinden, aralarında total ve hiperaktivite skorlarının da bulunduğu, çok sayıda alt skor DEHB-K grubunda DEHB-S grubuna göre daha yüksek olarak bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: DEHB-S grubu ile karşılaştırıldığında, DEHB-DE’li ergenler pek çok ebeveyn derecelendirme ölçeği eksternalize davranış problemi açısından göre daha yüksek skorlar aldı. Bulgularımız DEHB-S ve DEHB-DE’ alt tipleri arasında farkların büyük oranda DSM belirti kümesi varlığı ve şiddeti olduğunu düşündürmektedir. Ergenlerde DEHB-S’nın klinik özelliklerinin belirlenmesi için gelecek çalışmalara ihtiyaç vardır. |
12. | Lentikülostriat Arter(LSA) Enfarktlarında Demografik Veriler Demographic Datas in Lenticulostriate Artery (LSA) Infarcts Mustafa Ülker, Eda Türkdoi: 10.14744/hnhj.2019.14622 Sayfalar 300 - 303 GİRİŞ ve AMAÇ: Lentikülostriat arterler (LSA), orta serebral arter (MCA) ana trunkusundan ayrılan sayıları 6 ile 12 arasında değişen n.lentiformis, n.kaudatus'un dış bölümü, kapsula interna ön bacağı ile dorsal parçalarını ve globus pallidus’un bir bölümünü sulayan damarlardır. LSA enfarktları tüm inmlerin yaklaşık %1-2'sini oluşturur.Biz bu çalışmada kliniğimizde 2013-2018 tarihleri arasında yatarak tedavi görmüş ve yapılan tetkikler sonucunda LSA enfarktı tanısı almış 143 hastanın (68 E, 75 K) demografik verilerini ve tespit edilebilen etyolojik risk faktörlerini paylaşmak istedik. YÖNTEM ve GEREÇLER: İskemik inme etyolojik sınıflaması Trial of Org 10172 in Acute Stroke Treatment (TOAST) sınıflandırmasına göre yapıldı.Internal karotid arterde (ICA) enfarkt alanı ile ilgili olan %50'nin üzerindeki darlıklar anlamlı kabul edildi. Enfarkt lokalizasyonları manyetik rezonans görüntüleme (MRI) ile yapıldı. İnme ağırlığı National Institude of Health Stroke Scale (NIHSS) kullanılarak sınıflandırıldı (hafif: <8, orta: 8-14, ağır: >14). Prognoz tayini modifiye Rankin Skalası kullanılarak yapıldı (iyi prognoz: mRS: 0-2, kötü prognoz: mRS: 3-6). BULGULAR: İnme etyolojisi ile prognoz arasında anlamlı farklılık tespit edilmedi (p: 0.206). Sigara içme ve kötü erken dönem prognoz arasında istatistiki açıdan anlamlı ilişki vardı (p<0.001, rho: 0.458). Tek değişkenli analizde kötü erken dönem prognoz ile cinsiyet, yaş, hipertansiyon, diyabetes mellitus, coroner arter hastalığı ve hiperkolesterolemi arasında anlamlı farklılık tespit edilmedi. Kötü erken dönem prognoz gösteren hastalar, başlangıç NIH ve mRS skorları yüksek ve sigara kullanımı olan hastalardı. TARTIŞMA ve SONUÇ: LSA enfarktları izole formunda diğer damar alanı tutulumlarına göre nispeten daha az görülen, etyolojisinde aterotromboz ve/veya embolinin sorumlu tutulduğu klinik tablolardır. Bu çalışmada demografik verilerini değerlendirdiğimiz hastaların risk faktörlerinin, oransal dağılım açısından literatürle benzer şekilde oranlar gösterdiğini tespit ettik. |
13. | Greftli İnsizyonel Herni Onarımında “Onlay” ve “Sublay” Yöntemlerin Erken ve Geç Dönem Komplikasyonları Açısından Karşılaştırılması Comparison of "Onlay" and "Sublay" Methods of Mesh Repair of İncisional Hernia in Terms of Early and Late Period Wound Complications Gülten Çiçek Okuyan, Yılmaz Bilseldoi: 10.14744/hnhj.2021.76588 Sayfalar 304 - 309 GİRİŞ ve AMAÇ: İnsizyonel herni cerrahi tedavisinde greftin yerleşim yerine göre farklı yaklaşımlar uygulanmaktadır. Bu yöntemlerin yara yeri komplikasyonları ve rekürrens açısından tartışmalı sonuçları bulunmaktadır. Bu çalışmada, “onlay” ve “sublay” olarak yerleştirilen greft kullanılarak yapılan açık insizyonel herni onarımlarının komplikasyon ve rekürrens açısından karşılaştırılması hedeflenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 2 yıllık retrospektif değerlendirmede açık greftli insizyonel herni cerrahisi yapılan hastalar incelendi. Hastalar polipropilen greftin “onlay” (Grup O, n=27) ve “sublay” (Grup S, n=25) yerleştirilmesine göre iki gruba ayrıldı. Hastalara ait demografik ve klinik veriler kaydedildi. Postoperatif erken (seroma, hematom, yara enfeksiyonu) ve geç dönem (kronik ağrı, rekürrens) komplikasyonlar gruplar arasında karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmada yaş ortalaması 60.4 ± 12 yıl olan toplam 52 hasta vardı. Gruplar arasında demografik ve klinik özellikler açısından bir fark yoktu (p>0,05). Grup S’deki hastaların ortalama ameliyat süresi, Grup O’daki hastaların ameliyat süresinden anlamlı olarak daha uzundu (p=0,02). Hastane yatış süresi Grup S’de daha uzun olmakla birlikte, iki grup arasında hastane yatış süresi açısından anlamlı bir fark yoktu (p=0,067). Erken ve geç dönem yara komplikasyonları açısından gruplar arasında anlamlı bir fark yoktu (p>0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: “Onlay” ve “sublay” yöntemleri ile yapılan greftli insizyonel herni onarımları sonrası erken ve geç dönem yara komplikasyonları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır. Her iki yöntem de benzer etkinlik ve güvenlik ranları dahilinde uygulanabilir. |
14. | Spinal Abse ile Prezente Olan Spinal Dermal Sinus Traktı Olguları: Tek Merkez Deneyimi Progression of Spinal Dermal Sinus Tracts to Intraspinal Abscess: A Single Center Experience Oğuz Baran, Fatma Deniz Aygün, Ali Metin Kafadar, Pamir Erdinçler, Yıldız Camcıoğludoi: 10.14744/hnhj.2020.46354 Sayfalar 310 - 313 GİRİŞ ve AMAÇ: Dermal sinüs traktları, cilt ve derin dokular arasında yer alan orta hat lezyonlarıdır. Ciddi komplikasyonlara yol açmadan tanı konulması önemlidir. Bu çalışmada, geç tanı almış ve/veya hastaneye geç yatış nedeniyle intradural / intramedüller abse oluşumuna yol açan 5 spinal dermal sinüs traktı vakası bildirilmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2010 ile Eylül 2019 arasında ameliyat edilen spinal dermal sinüs traktı vakaları tıbbi kayıtlardan incelenmiştir. BULGULAR: Spinal dermal sinüs traktına bağlı intradural / intramedüller abse tanısı alan 5 hasta bulundu. Tüm vakaların tanı konmamış ve/veya geç tedavi edilmiş dermal sinüs traktına sahip hastalar olduğu saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Dermal sinüs traktı, pediatristlerin ve nöroşirurjenlerin dikkat etmesi gereken önemli patolojilerden biridir. Tanı konulamaması ya da geç konulması geri dönüşü olmayan ciddi sorunlara yol açabilir. |
15. | COVID-19 Vakalarının Tespitinde Acil Servislerin Yeri; Çok Merkezli Türkiye Verileri Emergency Departments in the Detection of COVID-19 Cases; Multi-Centered Data From Turkey İlker Akbaş, Sinem Doğruyol, Sinem Avcı, Abdullah Osman Koçak, Davut Tekyol, Aycan Akçalı, Burak Acar, Zeynep Çakırdoi: 10.14744/hnhj.2021.26121 Sayfalar 314 - 324 GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 için henüz spesifik bir tedavi mevcut olmadığından enfekte vakaların hızlı tespiti ve izolasyonu, enfeksiyonun yayılım sürecine etki edebilecek en önemli basamaktır. Çalışmamızda hedefimiz, acil serviste değerlendirdiğimiz olası/kesin COVID-19 vakalarına ait öykü, klinik bulgular, initial toraks bilgisayarlı tomografi (BT) bulguları ve real-time polymerase chain reaBTion (RT-PCR) sonuçlarını inceleyip bu verilerin kendi içindeki tutarlılıklarını değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma çok merkezli, retrospektif olarak dizayn edilmiş olup COVID-19 01.04.2020 ile 01.05.2020 tarihleri arasında acil serviste değerlendirilmiş 18 yaş ve üstü hastalardan, Türkiye Cumhuriyeti sağlık bakanlığı algoritmasında belirtilmiş olan olası ve kesin COVID-19 vakaları dahil edilmiştir. Hastalara ait yaş, cinsiyet, komorbidite, başvuru ve temas bilgileri; başvuru şikayetleri, vital bulguları, laboratuvar parametreleri, BT bulguları, servis/yoğun bakım yatış durumu, hastanede kalış süresi ve vaka ölüm oranı (VÖO) geriye dönük olarak incelendi. BULGULAR: 687 hastanın %62,4'ü erkekti, ortalama yaş 49,7’ydi. Hastaların% 49.9'unda en az bir komorbidite vardı. En sık görülen semptomlar ateş (%61,6), öksürük (%56,5), nefes darlığıydı (% 33,2). Hastaların% 33.9'unda RT-PCR pozitifliği,% 69.9'unda BT pozitifliği ve% 72.5'inde hem RT-PCR hem de BT pozitifliği vardı. BT'nin duyarlılığı 72,5, özgüllüğü%31,5 ve doğruluğu%45,5 idi. En yaygın BT paterni saf GGO idi (%47,9). VÖO %6 idi ve hem RT-PCR hem de CT pozitif hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p = 0.01). Lojistik regresyon analizine göre, erkek cinsiyet (p = 0.037; OR: 0.385; % 95 CI, 0.157–0.943), daha yüksek yaş (p = 0.000; OR: 1.068;% 95 CI, 1.031–1.106) ve komorbidite varlığı (p = 0.008; OR: 5.374;% 95 CI, 1.539–7.618) mortalite ile ilişkili bulunmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: RT-PCR ve BT’nin birlikte kullanımı ve hastalara ait klinik veriler ile desteklenmesinin tanıda temel yol gösterici olduğunu tespit ettik. Hem RT-PCR hem de BT pozitif olan hastalarımızda hospitalizasyon süresi, yoğun bakım takip oranı ve VÖO anlamlı derecede artmıştı. Ayrıca ileri yaş, erkek cinsiyet ve komorbidite varlığı durumlarının hasta mortalitesi üzerinde etkili olduğunu tespit ettik. |
16. | Yoğun Bakımda Reentübasyon Sıklığı ve Nedenleri: Retrospektif Bir Çalışma The Reasons for High Re-Intubation Frequency in Intensive Care: A Retrospective Study Ahmet Sarı, Damla Akman, Osman Ekincidoi: 10.14744/hnhj.2020.05900 Sayfalar 325 - 330 GİRİŞ ve AMAÇ: Mekanik ventilasyon tedavisi genellikle 3.düzey yoğun bakımlarda sık uygulanmaktadır. Hastaların bir kısmı pozitif sıvı dengesi, elektrolit dengesizlikleri, uzamış mekanik ventilasyon süresi, protein-enerji dengesizlikleri veya yaş nedeniyle reentübasyona ihtiyaç duyabilirler. Reentübasyon ise yoğun bakımda morbidite ve mortalitenin artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kliniğimizde reentübasyon oranlarını ve nedenlerini araştırdık. YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.06.2018 tarihinden 01.01.2019 tarihine kadar olan 18 aylık dönemde yoğun bakıma yatan hastaların dosyalarını retrospektif olarak inceledik. Extübasyonu başarılı olan hastaları ve reentübe edilen hastaları kaydettik. BULGULAR: Çalışmaya kriterleri karşılayan 84 hasta dahil edildi. Hastaların 43’ü (%51.2) reentübasyon ve 41’i (%48.8) başarılı extübasyon olmak üzere 2 grup altında incelenmiştir. Reentübasyon grubunun yaş ortalamaları, apache II değerleri ve komorbidite oranları başarılı extübasyon grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksektir. Reentübasyon grubunda inotrop tedavisi görülme oranı (%48.8), başarılı extübasyon grubundan (%14.6) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Reentübasyon ve başarılı extübasyon grupları arasında aldığı enerji ve protein miktarı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğun bakımda uygulanan mekanik ventilasyon tedavisi genellikle sorunsuz bir şekilde sonlandırılmaktadır. Ancak hastaların bir kısmında tekrardan mekanik ventilasyon tedavisine başlamak gerekebiliyor. Reentübasyon, mekanik ventilasyonun beklenmeyen bir sonucu olarak karşımıza çıkabilmekte ve yoğun bakımda mortaliteyi artırabilmektedir. Reentübasyon-mortalite ilişkisi birçok çalışmada gösterilmiştir. Yaptığımız çalışmada reentübe olan hastalarda mortalite oranının yaklaşık 2 kat daha fazla olduğunu tespit ettik. Bu nedenle hastaların extübasyonu planlanırken solunum desteğine neden olan esas problem düzeltildikten sonra reentübasyona neden olabilecek diğer risk faktörlerinin gözden geçirilmesi olası bir reentübasyon riskini azaltacaktır. |
17. | Acil Servise Başvuran Araç İçi Fayton Kazalarının Değerlendirilmesi: Retrospektif Bir Çalışma Evaluation of In-Vehicle Phaeton Accidents Admitted to the Emergency Department: A Retrospective Study Rohat Ak, Nihat Müjdat Hökenekdoi: 10.14744/hnhj.2021.42204 Sayfalar 331 - 335 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı araç içi fayton kazalarının travmatik sonuçlarının değerlendirilmesidir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma retrospektif, gözlemsel bir araştırmadır. Üçüncü basamak bir üniversite hastanesinde, 2011-2019 yılları arasında 8 yıllık dönemde, acil servise fayton kazaları nedeniyle başvuran hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Veriler hastane otomasyon sisteminden iki defa taranmıştır. Dahil edilme kriterlerini karşılayan, dışlanma kriterlerini karşılamayan hastalar çalışmaya alınmıştır. Hastaların demografik verileri ve yaralanma bölgeleri çalışmada incelenmiştir. İstatistiksel anlamlılık p<0.05 olarak kabul edildi. BULGULAR: Çalışma 52 kadın cinsiyetinde, 72 erkek cinsiyetinde, 124 hasta ile çalışma yürütüldü. Mortalite 35(%28.2) hastada görüldü. Ex olgularda nazal, subdural, epidural, intraparankimal, kafa kemik kırığı, barsak perforasyonu, batın içi serbest mai, pelvis, femur, pnömotoraks, hemotoraks, kot fraktürü ve yumuşak doku yaralanması yüzdelerinin sağ olgulardan daha yüksek olduğu saptandı. (p<0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Fayton kazaları ölümcül sonuçlara sebep olabilen ciddi yaralanmaladır. Araç içine entegre güvenlik önlemlerinin arttırılması ile bu kazalardaki mortalite oranları düşürülebilinir. |
18. | Aile Hekimliği Polikliniğine Yaygın Vücut Ağrısı Şikayeti ile Başvuran Hastalarda D Vitamin Düzeyleri Vitamin D Levels in Patients Presenting with Comprehensive Body Pain Complaints to Family Medicine Clinic Hatice Dülekdoi: 10.14744/hnhj.2019.03880 Sayfalar 336 - 340 GİRİŞ ve AMAÇ: D vitamini; yağda eriyen vitaminler arasında yer almakta olup aynı zamanda endojen olarak sentezlendikleri için hormon olan bir grup steroldür. Kalsiyum, fosfor metabolizması ve kemik mineralizasyonu üzerine etkisi vardır ve aynı zamanda genel sağlık ve iyilik hali için de çok önemlidir. D vitamini düzeyini değerlendirmek için 25-Hidroksi vitamin D (25-OH D) düzeyine bakılmalıdır. Çalışmanın amacı hastanemize başvuran yaygın vücut ağrıları olan hastalarda D vitamini eksikliği olup olmadığını belirlemek ve yaş ile cinsiyete göre 25-OH D düzeyleri arasındaki farkı tespit etmekti. YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.04.2018–30.11.2018 tarihleri arasında hastanemiz uzman aile hekimliği polikliniğine başvuran hastalardan 25-OH D vitamini düzeyi çalışılanlar retrospektif olarak incelendi. Araştırmaya katılan yaygın vücut ağrısı olan hastalar (n=473) yaş gruplarına ve cinsiyete göre sınıflandırıldı. İstatistiksel analizler için Number Cruncher Statistical System 2007 (Kaysville, Utah) programı kullanıldı. BULGULAR: Olguların %13,5’inde (n=64) ciddi vitamin D eksikliği, %51,6’sında (n=244) vitamin D eksikliği, %26,9’unda (n=127) vitamin D yetersizliği görülmüştür. Cinsiyete göre D vitamini ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmış ve kadınların ölçümleri erkeklerden düşük bulunmuştur (p=0,001; p<0,01). Yaş açısından gruplar arası anlamlı farklılık saptanmadı (r: 0,051; p=0,271; p>0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaygın vücut ağrısı şikayeti olan 473 hastanın ortalama 25-OH D düzeyleri 30 ng/ml’in altında bulundu. Bu durumun güneş ışığından yeterli düzeyde faydalanmama ve diyetsel faktörlerle ilişkili olacağı düşünülerek, kişilere D vitamini takviyesi yapılması uygundur. |
19. | Guillain-Barré Sendromlu Hastalarda Nötrofil Lenfosit Oranı, Monosit Lenfosit Oranı ve Trombosit Lenfosit Oranının Klinik Önemi The Clinical Significance of Neutrophil Lymphocyte Ratio, Monocyte Lymphocyte Ratio and Platelet Lymphocyte Ratio in Patients with Guillain-Barré Syndrome Cihan Bedel, Mustafa Korkutdoi: 10.14744/hnhj.2019.38233 Sayfalar 341 - 345 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı Guillain-Barré Sendromu (GBS) tanısında tedavi öncesi nötrofil lenfosit oranı (NLR) ve trombosit lenfosit oranı (PLR) ve monosit lenfosit oranı (MLR) 'nın prognostik değerini belirlemekti. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada toplam 98 GBS hastası ve 101 sağlıklı kontrol (HC) vardı. BULGULAR: Çalışmamız GBS hastalarında HC ile karşılaştırıldığında daha yüksek düzeyde NLR, PLR ve MLR olduğunu gösterdi (sırasıyla p <0.001, p <0.001, p <0.001). Alıcı işletim karakteristiği analizini (ROC) kullanarak NLR, PLR ve MLR'nin GBS hastalığı tahminindeki etkinliğini araştırdık. NLR eğri altındaki en yüksek alana (AUC) sahipti (0.912,% 95 CI, 0.870 ila 0.954), ardından MLR ve PLR (sırasıyla AUC = 0.811, 0.753) gelmekteydi. TARTIŞMA ve SONUÇ: NLR, PLR ve MLR, GBS hastaları için potansiyel bir inflamatuar biyobelirteç olarak düşünülebilir. |
20. | Tip 1 ve Tip 2 Diabette görülen otoimmün hastalıklar: Tek merkez deneyimi Autoimmune Diseases in Turkish Patients with Type 1 and Type 2 Diabetes: A Single-Center Experience Seher Tanrıkulu, Gülşah Yenidünya Yalın, Ramazan Çakmak, Sakin Tekin, Hülya Hacışahinoğulları, Nurdan Gül, Özlem Soyluk Selçukbiricik, Ayşe Kubat Uzum, Yıldız Tütüncü, Kubilay Karşıdağ, Nevin Dinççağ, Mehmet Temel Yılmaz, Ilhan Satmandoi: 10.14744/hnhj.2019.59852 Sayfalar 346 - 351 GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabet kılavuzları özellikle çocukluk çağı başlangıçlı Tip 1 diyabette (T1D) otoimmün tiroid hastalığı (OİT) ve çölyak hastalığı taraması önermektedir. Bu konudaki kanıtlar zayıf (uzman düzeyinde) olmakla birlikle erişkin başlangıçlı T1D'te veriler daha kısıtlıdır. Bu çalışmanın amacı, çocukluk çağı ve erişkin başlangıçlı T1D'li hastalarda eşlik eden OH'lerin prevalansını belirlemek, OH'lerin dağılımını T2D olan hastalarla karşılaştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek bir merkezde takip edilen ardışık 1594 yetişkin diyabet hastasının %22'sinde (n=351) T1D mevcuttu. T1D'li hastalar otoimmün tiroid hastalığı, pernisiyöz anemi, vitiligo, çölyak, Addison ve diğer organa özgü/sistemik otoimmün/inflamatuar hastalıklar için tarandı. T1D olan bireylerdeki OH'lerin dağılımını karşılaştırmak için otoimmünitesi olduğu bilinen 50 T2D hastası çalışmaya dahil edildi. Ayrıca glisemik kontrol düzeyi ve komplikasyonların dağılımı değerlendirildi. BULGULAR: Otoimmün hastalık prevalansı T1D'de %26.2 idi ve kadınlar erkeklerden daha fazla etkileniyordu. Otoimmün tiroid hastalığı en yaygın görülen OH olup, bunu pernisiyöz anemi, vitiligo, çölyak ve erken gonadal yetmezlik izledi. Hastaların %60'ının üzerinde tek OH mevcutken (çoğunlukla otoimmün tiroid hastalığı; T1D %83,6, T2D %68,6), %20'den fazla hastada iki adet eşlik eden OH vardı. T1D olan hastaların %8.2'sinde üç adet eşlik eden OH mmevcuttu. Otoimmün tiroid hastalarının çoğunda Hashimoto tiroiditi ve/veya hipotiroidi mevcutken, sadece %12'sinde Graves hastalığı vardı (T1D %10.9 ve T2D %14). T1D kadınlarda pernisiyöz anemi (%22.8), vitiligo (%9.8) ve çölyak (%8.7) otoimmün tiroid hastalığına eşlik eden en sık komorbiditelerdi. Otoimmün hastalık, hastalık başlangıç zaman glisemik kontrol, ve komplikasyon oranları arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Otoimmün tiroid hastalığı taraması, çocukluk çağı başlangıçlı T1D önerildiği gibi erişkin başlangıçlı T1D'nin rutin programında da düşünülmelidir. Ayrıca, T1D'li kadınlar eşlik edebilecek pernisiyöz anemi, vitiligo ve çölyak hastalığı için değerlendirilmelidir. |
OLGU SUNUMU | |
21. | Korpus Kallozum Agenesizinde Dil ve Konuşma Bozukluğu Corpus Callosum Agenesis: Speech and Language Disorder Özlem Oğuz, Şükrü Torundoi: 10.14744/hnhj.2019.50103 Sayfalar 352 - 356 GİRİŞ ve AMAÇ: Korpus kallosum agenezisi çeşitli faktörler dolayısıyla komissural liflerin orta hattı geçemediği, arkaya doğru ilerleyen kör bir bandın meydana geldiği doğumsal bir olgudur. Bu olgu sonucunda bireylerde farklı etkilenimler söz konusu olmakta ve değişken performanslar sergilenmektedir. Bu çalışmanın amacı dil ve konuşma alanında sıklıkla karşılaşılmayan bir korpus kallozum agenezisi vakası hakkında değerlendirmeye ve süregelen bir müdahale sürecine yönelik bilgi sunmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 42 aylık bir katılımcının TEDİL ve TİGE dil ve konuşma değerlendirmesi yapılmış, ardından 18 haftalık dil ve konuşma terapisi sonrasında sonuçlar tekrar incelenmiştir. BULGULAR: Vakanın terapi sürecinin başlarında en fazla 5-6 sözcük üretimi gerçekleştirebiliyorken, 18-seanslık terapi sonrasında sözcük sayısının 20-25 civarına yükseldiği görülmüştür. Ayrıca, vakanın istediği nesneyi jest kullanarak belirtmeye, sözel ve motor taklitleri yavaş yavaş gerçekleştirmeye başladığı ifade edilmiş, bazı durumlarda ikili sözcük kombinasyonlarını ürettiği ve ağlama, vurma gibi davranış problemlerinin azaldığı gözlenmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada alanyazında yer alan çalışmalara benzer sonuçlara erişilmiş; vakanın yaşıtlarına göre gelişimsel geriliğinin olduğu, kronolojik yaşına uygun bir dil gelişimi sergilemediği görülmüştür.KKA olgularında dil ve konuşma terapisinin etkinliğine yönelik çok fazla çalışma bulunmamasına rağmen, gerekli ve zamanında interdisipliner bir müdahale ile tanı almış olan bireyin söz konusu defisitlerini kompanse edecek becerilerin öğretilebileceği savunulmaktadır. |
22. | Yenidoğanda Batın içi Kitle: Konjenital Mezoblastik Nefroma Intra-Abdominal Mass in Newborns: Congenital Mesoblastic Nephroma Sevim Yener, Aytekin Kaymakçıdoi: 10.14744/hnhj.2021.86619 Sayfalar 357 - 360 Yenidoğanda Batın içi Kitle: Konjenital Mezoblastik Nefroma |
23. | İmmünsüpresif bir hastada Spiromastix cinsi küf mantarı ile gelişen invaziv pulmoner mantar enfeksiyonu Invasive Pulmonary Fungal Infection Caused by the Fungus Spiromastix in an Immunosuppressive Patient Deniz Turan, Özlem Doğan, Yasemin Çağ, Sebahat Aksaray, Fatma Özakkaş, Emre Soysaldoi: 10.14744/hnhj.2019.55823 Sayfalar 361 - 366 İnvaziv fungal enfeksiyonlar (İFE), özellikle hematolojik maligniteli ve immün yetmezliği bulunan hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Bu hasta grubunda İFE etkeni olarak en sık Aspergillus cinsi küf mantarları saptanmakla birlikte, son yıllarda nadir rastlanan küflerin de etken olabileceği çeşitli yayınlarda bildirilmiştir. Bu raporda akut miyeloid lösemi (AML) tanısı ile remisyon indüksiyon kemoterapisi alan 80 yaşında erkek hastada posakonazol (POS) profilaksisini takiben Liposomal Amfoterisin B (LAmB) ile tedavi sırasında, Spiromastix cinsi küf mantarına bağlı gelişen ve vorikonazol (VOR) ile başarılı bir şekilde tedavi edilen invaziv pulmoner fungal enfeksiyon olgusu sunulmaktadır. Günümüze kadar literatürde Spiromastix cinsi küf mantarının etken olarak izole edildiği iki olgu bildirilmiş olup, bizim olgumuzda Türkiye’den bildirilen ilk olgu olma özelliğini taşımaktadır. |